halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
nihayet büyük final günü gelmiş, çatmıştı. bütün dünya "kim yenecek?" sorusunun peşine takılmışken, bizler de londra'da "maçı verebılecek miyiz?" bulmacasını çözmeye uğraşıyorduk. trt'den finali nakledeceğimizi bildirmişlerdi bana... "maçın spikeri" olarak görevlendirildiğimi söylemiş, "fakat naklen yayın için gerekli girişimi londra'da sen yapacaksın" diye.de eklemişlerdi. ilk başvurumda "olamaz, mümkün değil" karşılığını almakla kalmamış, bir de alaya hedef olmuştum. bu işlere bakan ingiliz yetkilisi "dünya kupası finalinin oynayacağını dün mü öğrendiniz?" diye sormuştu. bizde işlerin 12'ye 5 kala ele alındığını söyleyememiştim tabii. büyükelçimiz haluk bayülken, diplomatik kurallar içinde elinden geleni yapıyor, basın ataşemiz nejat sönmez telefon üstüne telefon ediyor ben organizasyonun başı harold mayes'in karşısında adeta nöbet bekliyordum. fakat olacak gibi değildi. wembley stadı'ndaki bütün spiker yerleri doluydu. bizim için yeni bir spiker kabini inşa ettiremeyeceklerini söylüyorlardı. uykusuz geceler geçiriyordum. çünkü memleketten "nasıl olmaz?" diyorlardı telefonda... "naklen yayını nasıl yapamayız?" yapamıyorduk, çünkü herkes kaç yıl önceden angaje olmuştu. bir ara ankara ile konuşurken karşımda sevgili arkadaşım güneş tecelli vardı. "teknik bakımdan yayının telefonla yapılıp yapılamayacağını" sordum. olumlu karşılık alınca, doğru organizasyon komitesi'ne koştum. "peki" dedim, "bana basın tribününde bir telefon verin." yetkili ingiliz yüzüme şöyle bir baktı, sonra hayretle sordu. "neee? yeni bir icat mı? yoksa maçı telefonla mı naklen yayınlayacaksınız?" aynı soruyu, basın tribününde telefonu elime alırken, yakınımdaki bir alman spor yazarı da sormuştu: "ne yani, maçı telefonla mı anlatacaksın?"
maçın sonunu bekledim kendilerine cevap vermek için... ingiliz'in alman'ın kafası almazdı, ama türk her türlü çaresizlik karşısında bir şeyler yapardı. ingiliz'e, "evet" dedim, "maçı telefonla anlattım. türkiye'deki teknisyenler ellerinde en güçlü aygıtlar olmasa da, kafalarını kullanır, azmeder ve yapılmazı yaparlar. işte böylece maçı, uzatmalarıyla, kupa törenleriyle baştan sona hiç aksaksız anlattım. sizin dünya şampiyonu oluşunuzu türkiye gayet iyi dinledi."
almana da yaklaştım: "maçı telefonla anlattım. size garip gelen şey, milyonların bu finali izlemesine fırsat verdi. hatta sizin yediğiniz üçüncü golün gol olmadığı görüşünü de duyurdum türkiye'ye.." ikisi de şaştı kaldı bu işe... dünya kupası organizasyonu'nda basın işlerinden sorumlu harold mayes elimi sıktı. "kutlarım" dedi,"bizim, yapmak şöyle dursun, düşünemediğimizi başardınız. büyük finalimiz yayınlandığı için teşekkür ederim." iyi hoş da, maç uzatıldığından iki saat sürmüştü. devre aralarıyla birlikte, başıyla, sondaki töreniyle şöyle böyle iki buçuk saate yakın aralıksız konuşmuştum. yayın bittiğinde baktım: telefon ahizesini iki buçuk saattir tuttuğum kolum ovuşmuş, indiremiyorum, hareket ettiremiyorum. bir süre bekledim. baktım, karşıdan samim var geliyor. koşa koşa geldi, "şimdi telefonla konuştum. yayın harikaymış" dedi. ve elimi tutarak indirdi. mosmordu dirseğimin iç tarafı. iki buçuk saat öyle durmaktan. indik samim'le aşağıya... namık sevik, doğan koloğlu, semai şatıroğlu, bülent bergamalı bekliyorlardı. mutluluğumu paylaştım onlarla... ingilizleri, almanları güldürecek bir işi başarmıştık. ankara'da tüm teknik kadromuz, ptt'de görevliler, merkez stüdyoda güneş tecelli, ne bileyim bir avuç insan, bir mucizeyi gerçekleştirmiştik işte.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında akif kurtuluş'un "'74, '78 ve dükut-der'in şanlı mücadelesi" başlıklı yazısından;
türkiye'de dünya kupalarını "seyir tarihinin" 1974 haziranıyla başladığını söylemek, benim gibi 1950'li yılların sonunda doğmuş olan kuşağa mensup biri için, yanlış değildir. ama küçük bir eksik var burada.
bu eksiğe işaret etmezsem, dışkapı'daki nur sinemasının tahta koltuklu loş salonuna; dahası, "şahsi" tarihime haksızlık etmiş olurum. aydınlık subayevleri'nde ("oleyis" mahallesi de deriz) üçpınar sokaktan bir kamyonet kasasını dolduran ilkokul öğrencileri, yanlarında ortaokul seviyesinde birkaç ağbisiyle birlikte üç dört hafta üstüste kinova filmlerine bu sinemada gitmişse, bu, filme gösterilen tezahüratın eseri değildi, kuşkusuz. her filmden önce giren ziraat bankası'nın reklam 'parçası'nda -o yıllar reklamlardan bahis açılırken "kuşak" tabir edilmezdi- bu kez, '66 dünya kupası'nm gollerini, tüm zamanların duayeni halit kıvanç anlatıyordu. almanya son dakikada maçı 2-2'ye bağlamıştı. 7 temmuz 1966 günü, üst direğe vurup çizgiye inen, sonra da dışarı çıkan top, hakeme göre; o gün wembley'de üç gol atan hurst'un ikinci golüydü. ama tartışma, ne bizim izlediğimiz gün sinema salonunda bitti, ne de yarım saat yürünen yoldan sonra geldiğimiz mahallede. haftalarca tartıştık, hâlâ tartışıyoruz. çünkü o final, suya doymayan bir pilavdır.
ama küçük bir not: bizim kuşak eusebio diye bir adamı belleğine aşağı yukarı bu dönemde almıştır. bir not daha: "mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi" retoriğinden hareketle, "kaizer" beckenbauer'm telif hakkının '66 kupası'nda olduğunu da unutmayalım.
ilk basımı 2002 yılında olan yapı kredi'nin "top bir dünyadır" adlı kitabından;
futbolu icat eden ingilizlerin dünya kupasını yalnızca bir kez kazanmış olmaları şaşırtıcı değil mi? her kupaya şampiyonluk parolasıyla başlayıp hayalkınklığına uğrayan ingiltere 30 temmuz 1966'da kendi evleri wembley'deki finalde uzatmalarda federal almanya"yı 4-2 yenerek şampiyon oldu. ingiltere'nin üç golüne imza atan geoff hurst şampiyonluğu garantileyen 4. golünü şöyle anlatıyor: "artık son dakikalardı, hakem bitiş düdüğünü bir türlü çalmıyordu. topu mümkün olduğunca uzağa atmak için vurmaya niyetlendim. ama istediğim gibi vuramadım, gol oldu."
portekiz - rusya maçını iki finalist ingilizler ve almanlarla aynı sırada seyrettim. bobby charlton yanımda oturuyor ve biraz ötede de alf ramsey bulunuyordu. buna rağmen maç boyunca ingilizleria en gözde futbolcusu bobby charlton 4 sigara içti, hem de ramsey'in gözü önünde. dayanamadım sordum «- nasıl oluyor da menecerin gözü önünde bol bol sigara içiyorsun» diye. gülerek cevap verdi. «- benim menecere, mencerin bana itimadı olduktan sonra... ben ne zamanki sahada nefessiz kalırım o zaman bana sual sorabilirsiniz. hem de istediğiniz şeklide.»
daha sonra o bana bir sual sordu «- türkiyeden kaç gazeteci geldiniz buraya?» «- 10 gazeteci» diyince şaşırdı. ayırdı. «- türkiyede dünya kupasına bu kadar önem veriyor mu?» «tabii» diye cevap verdim». hem size bir şey söyliyeyim mi türkiyede her fufbolsever sizi çok iyi tanır.» âdeta sevindi charlten.. daha sonra bir sigara yaktı ve benim başka bir sualime cevap verdi «- kupada en beğendiğiniz futbolcu kimdir?» «- uwe seeler. zira alman milli takımını tek başına finalist yapan futbolcu.»
biraz ötede en iyi haf ve orta saha oyuncusu beckenbauer vardı. ve yanında da uwe seeler oturuyordu. beckenbauer 20 yaşında tipik bir alman. uwe seeler’e bir ara sokuldum ve dedim ki «- bobby charlton en beğendiği futbolcu olarak sizi gösteriyor. siz kimi beğeniyorsunuz?» o da tereddütsüz cevap verdi. «ben de bobby charlton'u takdir ediyorum. mükemmel bir futbolcu.
clay'in beğendiği futbolcu
ingiliz milli takımı oyuncuları maça gelirken bir ara clay’ın çalışma salonuna da uğradılar. maksatları vakit geçirmekti. clay onları güler yüzle karşıladı. ve şunları söyledi: «- inanır mısınız rakibim london'u bobby charlton'dan daha az tanıyorum.» tabii bütün ingiliz futbolcularının göğüsleri kabardı bu lâftan. ne de alsa gurur duymak doğuştan hastalık...
dip not: muhammed ali "clay" 6 ağustosta ingiliz ağır sıklet boksörü brian london ile karşılaşacağı için o günlerde londra'da antrenman yapıyor.
londra — maçtan sonra sevinç göz yaşlarını tutamıyan, ingiliz takımının meneceri alf ramsey «ingiltere’nin uzun yıllardanberi özlemini duyduğu zaferi kazandığımız için çok memnun ve mesudum. bütün ingılizler gibi, ben de çocuklarımla iftihar ediyorum» şeklinde konuşmuştur.
ingiliz takımının yüdızlarından olan kaptan bobby moore ise «şöyle konuşmuştur: «yarı finalde portekiz'i, finâlde de almanya'yı yenerek dünya kupasını hakkiyle kazandık. altın heykelciğin 4 yıl ingiltere futbol birliğinin vitrinini süslemesi. adalılar için muhteşem bir şev olacaktır.»
clay'ın beğendikleri
dünkü maçı ingiltere kraliçesi elizabeth, edinbiırg dükü prens philip, prenses margaret, başbakan wilson ve ağır siklet dünya şampiyonu mehmet ali clay de izlemiştir.
maçtan sonra gazetecilerle konuşan clay, «hayatımda hiç bu kadar heyecan duymadım. kendimi 40 ravuntluk bir boks maçında hissettim sanki. bence, hatalı goller yemesine rağmen, tilkowski iyi bir kaleci. 3. golün kahramanı hurst da çok becerikli bir genç» şeklinde görüşünü açıklamıştır.
tebrik telgrafları
yağıyor
bütün britanya, ingiltere’nin dünya şampiyonluğunu büyük bir bayram halinde kutlamaktadır. ingiliz takımının kaldığı otele 400 tebrik telgrafı gelmiştir.
ingiliz takımının oyuncuları altın, alman takımının oyuncuları da gümüş madalyaları aldıktan sonra, mağlupların galipleri tebrik etmelerini. ingiliz seyircisi alkışla mükafatlandırmıştır. keza, alman takımının antrenörü schön de, alf ramsey'in elini sıkarak tebrik etmiştir.
almanya cumhurbaşkanı heinrich luebke, dünya ikincisi olan alman milli futbol takımına gümüş defne yaprağı ödülünü vermiştir. alman sporunun en büyük ödülü olan «gümüş defne yaprağı», ancak memleket sporuna muazzam başarı kazandıran ekiplere verilmektedir.
«vedâ turu»
«dramatik finâl» den sonra ingiliz takımının mutad şampiyonluk turunu bütün tribünler ayakta alkışlamıştır. bu sırada «germany germany - almanya almanya» şeklinde tezahürat yapan ingiliz seyircisine bir mukabele olarak, mağlûp alman takımı da «veda turu» yapmıştır.
32 yıl almanya’nın başında bulunan herberger, bu sahneyi yaşlı gözlerle seyretmiştir.
almanya, dünya kupalarının finâllerinden sonra tur yapan şampiyonluk maçının ilk mağlûbudur.