tribün dergi sayı 3'de yer alan ali murat atay'ın "bir gezginin futbol notları" başlıklı yazısından;
bir ara yolum peru’nun amazon ormanı bölgesinde bir köye düştü. 5-10 evlik bir köy ama evlerin hemen arkasında tabii ki orman biraz kesilerek bir futbol sahası açılmış. pazar günü, korkunç yağmur yağıyor, ama pazar olduğu için mutlaka top oynanacak. neyse, beni de çağırdılar, çamur içinde oynuyoruz, ama sanki üzerimizde çamurdan bir tabaka oluşuyor, öyle bir durum -aslında hepimiz biliriz bu tip havalarda maçın bir başka zevkli olduğunu... tam oynarken o sırada da brezilya-hollanda sanıyorum kupa çeyrek final maçı var. sahanın kenarına yanımdaki küçük radyomu koydum, bir yandan oynarken bir yandan kulağımız radyoda. tabii ki bir şey duyulmuyor. hatırlarsanız 3-2 bitmişti, ve yine iyi bilirsiniz, güney amerikalı maç anlatıcılarının ünlü “gooooool” diye bağırışını. öğrendim ki, adamlar karşı takım da atsa yine öyle bağırıyorlar, (belki biraz daha kısa sürüyor) yağmur altında top peşinde koşarken tek duyabildiğimiz bu gooooool sesi. duyar duymaz maçı bırakıp tüm sahadakiler radyonun başına toplanıyoruz, adamın gol çekmesini bitirip kimin golü olduğunu söylemesini bekliyoruz. eğer brezilya ise herkes havalara uçuyor, taze enerjiyle maça dönüyor, hollanda ise kös kös durumları. neyse, son golü brezilya attı da neşeyle maçı bitirdik.
sahanın dibinden sonradan amazon nehrini oluşturan büyük nehirlerden biri geçiyor. maçtan sonra temizlenmenin tek çaresi nehre elbiselerle atlamak. biz de öyle yaptık, yıkandık çıktık. akşam oldu. köyün öğretmeninin evinde kalıyorum. ilkokulda küçük kızı var, kalem kâğıt aldı, her küçük çocuk gibi resim yapacak. çocuklar çevrelerini resimler bilirsiniz, bizde kentte çocuklar apartman, araba falan çizer, bu kız da bir kulübe çizdi, “bak, bu evimiz” diye bana gösterdi. sonra evin dışındaki muz ağacını ve gündüz yıkandığımız nehri evin arkasına çizdi. derken bizde kedi köpeğin onun için karşılığı olan bir maymunu muz ağacına yerleştirdi, gündüz girdiğimiz nehre de bir timsah kondurunca benim rengim biraz soldu, bir tane olsa yine iyi, timsah üstüne timsah çiziyor, ben de her timsahta biraz daha beyazlaşıyorum, neyse... bolivya’nın başkenti la paz 3.800m.’de bir kent. bırakın maç yapmayı, insan 100 m. yürüyünce nefes nefese kalıyor. bolivyalılar da kendilerinden başkasının böyle yüksekliklere dayanamayacağını çok iyi bildikleri için tüm millî maçlarını la paz’da oynamakta ısrarlılar. genellikle tüm içeri maçlarını kazanıp tüm dışarı maçlarını kaybediyorlar. öteki güney amerika ülkeleri birkaç yıl önce fıfa’ya başvurup millî maçların daha alçak bir başka kentte oynanmasını istediler, tabii bolivya’lılar anında karşı çıktılar. fıfa sonunda bolivya’nın maçlarını herkes gibi başkentlerinde oynamaya hakkı olduğuna karar verdi. biraz önce sözünü ettiğim ‘94 dünya kupası günlerinde postaneye mektup atmaya gittim. gişeden adamın verdiği pul ilgimi çekti. üzerinde bir maçtan bir fotoğraf ve altında bolivya 2, brezilya 0 yazıyor. araştırdım, adamlar bir pul serisi çıkartıp dünya kupası elemelerindeki her galibiyetleri için bir pul basmışlar. yurtiçi mektup mu, bolivya 3, uruguay 1’i yapıştırıp yolluyorsun. tebrik yollamak için bolivya 1, ekvador 0, yurtdışı kartpostal için bolivya 7, venezuela 0 gerekiyor. tabii ki en önemlisi yurtdışı mektuplar için ayrılmış, yani bolivya 2, brezilya 0 pulu. bu brezilya galibiyeti o sıralar ülkede kupaya katılmaktan daha önem verilen bir olay gibi geldi bana, hâlâ o maçın gazıyla gidiyorlardır eminim. “dünya şampiyonuna nasıl pompaladık ulan be”!.. bu arada dışarıdaki yenilgilerin pulu yoktu tabii. titikaka koskocaman deniz gibi bir göl. yüksekliği 3.800 m., yarısı bolivya’nın yarısı peru’nun. peru’lulara sorarsanız kendi yarıları ‘titi’ bolivyalılara kalan yarım ise haliyle ‘kaka’, veya tam tersi. gölde uzak adalardan birinin adı suriqui. adanın kendine özgü etnik grubu var. tekneden iner inmez sizi ilk çarpan giysiler: kadınlar siyah etek renkli bluz falan ama erkekler uzun, kırmızı, noel baba tipi el örgüsü kukuletalar giyiyorlar, öteki giysiler de el örgüsü. örgü örenler de yalnız erkekler. adanın tek köyünde dolaşırken ikide birde elinde şişlerle hiç durmaksızın örgü ören adamlara rastlıyorsunuz. ellerini kullanmak zorunda kalmadıkça kesinlikle örgü işi durmuyor, konuşurken örneğin...
söylemenin gereği yok ki, ben adaya bayıldım. günler geçiyor, pazar oldu. kilisenin önündeki meydana gittim. meydan bir yerde köy kahvesi yerine geçiyor, erkekler toplanmış. hepsinin elinde hiç durmadan işleyen iki şişle örgü mutlaka var. suriqui’liler fiziksel özellikleriyle de kökleri ınka’lara falan giden insanlar. yani salsalı, eva peron vb.’li popüler latin amerika kültüründen uzakta, alçak gönüllü insanlar ama latin amerika’dayız ve pazar. biraz sonra haliyle bir yerden bir top geldi. derken benim inanamayan gözlerim önünde taşlardan kale yapıldı ve maç başladı, adamlar örgü örerken top da oynayabiliyorlarmış. koşarken şişleri bir ellerine alıyorlar ama örneğin kaleci veya geride oynayan topu beklerken hem örüyor hem pozisyon alıyor.
uzun süre, ellerinde örgüleri, bilmem kaç tane noel baba kukuletalarını uçura uçura top oynadı! yıllar sonra hâlâ düşünürüm, “bulutların içindeki gölün ortasında ben acaba düş mü gördüm?” diye...
yine ‘94 kupa günleri bolivya’da bir gece ana meydandan geçiyorum, önceleri orada olmayan bir kalabalık var. yaklaştım baktım, herkes bir şeyin alışverişinde. hani panini’nin bizde de ara sıra gazetecilerde satılan futbolcu çıkartmaları var, kalabalığın derdi oymuş. yalnız yine bize benzeyen yaklaşımla birileri korsanını basmış, böylece bolivyalıların alabileceği bir fiyat olmuş. her gece kalabalık daha da büyüyor, haliyle ben de kendimi kaptırdım. albümü aldım, içinden 5 tane çıkartma çıkan paketleri alıyorum, albümüme yapıştırıyorum falan. derken eksiklerimi tamamlamam ve fazlalarımı değişmem gerekti haliyle, her gece meydandayım, çocukların sayısı bir-iki, ortalık koca adamlar, teyzeler, dedeler falan dolu, herkes koleksiyonunu tamamlayacak. orada bekliyorsun, ikide birde bir dede veya adam gelip sende “sende şu numaralı hollandalı veya bu numaralı kamerun’lu var mı?” diye soruyor. varsa sende ondan bir tane istiyorsun, değişiyoruz, herkes mutlu. birçok fazlamı elden çıkardıktan sonra öğrendim ki toplu takım çıkartmaları ve suudi arabistanlılar çok değerliymiş, az bulunuyormuş, bir tanesine ötekilerden beş tane alınabiliyormuş. aaaah ah!
son yıllarda afrika’ya yolum düşüp duruyor. geçen yıl mali’de millet “nerelisin” diye sorup türkiye dedikçe kimsede tepki yok, hiç kimse türkiye’yi veya nerede olduğunu bilmiyor. birkaç gün sonra aklıma bir fikir geldi, önce “türkiye” diyorum, anlamayınca bu kez “galatasaray’ın ülkesi” diyorum, herkes “ha, öyle mi?” diyor. önceki yıllarda da güney amerika’da ara sıra “senin takımın hangisi?” diye sorarlardı, yanıtım “galatasaray değil” olurdu, hiç kimse de “öyleyse hangisi?” diye sormazdı galatasaray’dan başkasını bilmediği için. yalnız bir kez yine afrika’da malawi gölünün kıyısında biri bana türk takımlarından 7-8 tanesini sayıp hangilerinde hangi afrikalı oynuyor tek tek söyledi, inanılır gibi bir şey değildi. sonra da en sevdiği takımın beşiktaş olduğunu söyleyip bir çıkartma yollamamı istedi. dönünce alıp yolladım.
benim son yıllarda her yolculukta yanıma aldığım bir galatasaray tişörtüm var. afrika’da falan hem insanlarla iletişim kurmaya hem de oraları kendilerinindir diye belleyen avrupa’lıları şaşırtmaya yarıyor. galatasaray kelimesinin tam olarak yazılı olduğu bir tişört bu. bir m. united veya juventus forması hiç dikkat bile çekmiyor ama ben örneğin evine mesaj yollayan avrupa’lıların dolu olduğu bir internet cafe’ye girdiğimde birden herkes donakalıp beni inanmaz gözlerle izliyor falan, veya lübnan’lıların çalıştırdığı, sürekli gittiğim bir lokantaya tişörtü giyip gidince birden izzeti ikram başlıyor. sağda solda rastladığım, örneğin bir dolmuş şoförü gibi insanlar tişörtü vermem için yalvarıyorlar, kimi kez dayanamayıp veriyorum, dönünce b. parmakkapı sokaktan yenisini alıyorum.