hayatımda izlediğim en garip maçlardan biridir. ilk maçta kaleci gökhan tokgöz'ün sakatlanmasıyla kaleyi damir botonjic koruyordu. maçın başında blackburn rovers oyunu bizim sahaya yığdı. peş peşe o kadar çok pozisyon yakaladılar ki her birinde "gol yedik..." derken ya damir muhtesem bir kurtarış yapıyordu ya da b. roversli futbolcu cömertlik. maç 5-0 felan olması gerekirken hala 0-0'dı. beklenen gol 65'de matthew jansen'dan geldi. ilk maç 3-1 olmasına rağmen takım o kadar sakat oynuyordu ki, o golden sonra her şey bitti derken... mustafa özkan santradan sonra skoru 1-1'e getiren golü attı ve bizi inanılmaz sevindirdi. hala aklıma geldikce bu maçın nasıl 1-1 bittiğini düşünürüm :)
özgür gökmen'in 2004 yılında express'de yayınlanan "üç deplasman macerası: blackburn, lizbon, parma" yazısıda bu maçla ilgili anı şöyle;
ankaralıyım. gençlerbirlikliyim. hatırı sayılır bir süredir yurtdışında yaşıyorum. haliyle tribüne devam edemiyorum. ancak yaz sonları ankara’daysam. o da sezon başlarında birkaç maç… sizi temin ederim, çok zor zanaat. ankara’dan ayrıldıktan sonra haftasonları radyodan maç dinlemeye başladım. böyle bir alışkanlığım yoktu oysa. çocukluğumda kalmış, unutulmuş bir iş bu radyodan maç dinleme hali. istanbul’da otururduk. beşiktaş’da, mahallenin berberinde dinlenirdi maçlar. gençler olmazdı hiç dükkanda. sadece yaşlılar ve benim gibi çocuklar. tüm bunları buraya geldikten sonra hatırladım. fakat tribüne devam edemememe rağmen, bu sezon taraftarlık hayatımın en mutlu sezonu. (bundan bir evvelki, 1994-1995 sezonuydu.) zira bu sezon tam 3 (yazıyla, üç!) yurtdışı deplasmanında tribündeydim.
28 ağustos 2003, ankara 2002-2003 sezonunu (ne yazık ki!) 3. tamamlamışız. uefa kupası’nda oynacağız. daha önce 19 mayıs stadyumu’nda iki uluslararası maç seyretmişliğim var. 1994-1995 sezonunu 5. bitirdiğimiz için o yaz ınter-toto kupası’nda oynuyoruz. 4-0'lık hapoel ve 3-0'lık la valetta floriana maçlarında “gecekondu” tabir edilen kalearkasındayım. 19 mayıs’ı bilenler bilir, tabelanın olduğu değil öteki kalearkası, gençlik parkı’nı gören. ankara’nın o güzel yazında, hapoel maçının piknik havasında geçtiğini hatırlıyorum. ama uefa başka. 2000-2001'de kayseri’de kaldırdığımız türkiye kupası sayesinde ertesi sezon uefa kupası’na bir kez katılmışlığımız var gerçi. ama ilk turdan çıkmayı başaramıyoruz. o yüzden bu sene mühim.
kuralar çekilecek. yenişehir’deyiz. bir televizyon bulmalı. tribüne birlikte devam ettiğimiz arkadaşlarla beraber kızılırmak sokak’la olgunlar sokağı’nın köşesindeki kent kıraathanesi’ne gidiyoruz. biz vardığımızda sonuç belli olmuş: torbadan çıkan, blackburn rovers! tüh be, diye düşünüyorum. çıka çıka ingiliz takımı çıktı. zor olacak. ilk maç 24 eylül’de, ankara’da. ben 15 eylül’de hollanda’ya dönüyorum. bir on gün daha kalsam? hiç oluru yok. pekala, ben de blackburn’deki maça giderim öyleyse. tabii ya!.. blackburn’e gitmek, ankara’ya gitmekten daha kolay. bu beni biraz teselli ediyor. hoş, fırsat çıktığında kolay zor, çok fazla umurumda değil. 2001 ve 2003'te oynadığımız türkiye kupası finalleri için hollanda’da işi gücü bırakıp kayseri ve antalya’ya gitmişim. ama şimdi 24 eylül’ü bekleyemem. oluru yok. blackburn’e gideceğiz artık.
16 eylül 2003, leiden ilk iş alkaralar üzerinden arkadaşlara temas etmek. ingiltere’ye maça gideceğiz. acaba orada taraftarımız var mı? ankara’daki ilk maç öncesinde blackburn rovers taraftarlarıyla temasa geçerek bir taraftarlar arası dostluk maçı tertip edilmesine önayak olan, bunu başarabilmek için canla başla çalışan barış karacasu, asoe takmaadını kullanan üyemizin londra’da mukim olduğunu bildiriyor. nazik bir not yazıp kendimi tanıtıyorum, derdimi anlatıyorum. ikinci işim, blackburn rovers futbol kulübü taraftarlar derneği’nin sitesine, üye olmak. benden önce bir sürü taraftarımızın bunu yapmış olduğunu görüyorum. taraflar arası dostluk maçının nasıl tertip edileceğine dair bir tartışma başlamış bile. rovers taraftarlarına da kendimi tanıtıyorum. blackburn’de buluşmak üzere sözleşiyoruz. telefonlar alınıp veriliyor.
18 eylül 2003 bir telefon. iyi günler, ben akşit özkural. londra’dan arıyorum. asoe! 12 yıldan beri ingiltere’de yaşıyor. talebe olabileceğini düşünmüştüm. değil, ankara hukuk fakültesi’ni bitireli epey olmuş. bankacı. bu neredeyse yarım saatı bulan sayısız telefon konuşmalarımızdan ilki oluyor. akşit özkural, akşit özkural… isim hiç yabancı değil. hatırlıyamıyorum. ancak akşam eve dönünce farkedeceğim: akşit ağabeyin kitapta yeri var! hangi kitaptan bahsettiğim aşikardır herhalde. elbette ankara rüzgârı! babası eski kaptanlarımızdan. kendisi de vaktiyle kulübün basketbol takımında oynamış.
24 eylül 2003 ilk rovers maçını köylü’de seyrediyorum. yanımda taraftar desteği olarak benimle aynı üniversitede çalışan kıdemli ağabeyimiz mehmet emin var. futbolla arası pek yok gerçi. gene de heyecanımı ve maçtan sonra sevincimi paylaşıyor. kahveye gitmeden önce alkaralar‘a bakmışım. taraftarlar arası dostluk maçı ankara’da tam bir olay olmuş. laf aramızda, bizimkilerin galibiyetiyle bitmiş. 19 mayıs tribünlerinde, boyunlarında gençlerbirliği kaşkolu, rovers taraftarlarını seçiyorum. devre arası ankara’ya telefon: tribünlerin sesi geliyor. öyle coşkulu ki! maç 3-1 bitiyor. gece uyuyamıyorum. sürekli 3. gol geliyor gözümün önüne. tribünde olamadığım için içim biraz buruk. ziyanı yok, ikinci maçta tribünde olacağım. ertesi gün ilk işim, kısa bir tebrik mektubu yazıp kulübe fakslamak.
26 eylül 2003, amsterdam önceki britanya vizem 6 aylık ve süresi dolmuş. yenisini almak lazım. böyle bir şey talep etmememe rağmen yenisini 2 senelik veriyorlar. bu bir işaret olabilir mi? turu geçeceğiz ve britanya’da en az bir takımla daha oynayacağız? (hala celtic bekliyorum.)
4-5 ekim 2003, leiden cumartesi. ofisteyim. adanaspor maçını 6-0 almışız. keyfim yerinde. şehre yeni gelen arkadaşlardan biri arıyor: ben sokağa çıktım, birlikte bir şey yapabilir miyiz? içmeye gidiyoruz. ertesi sabah kalktığımda cüzdanım olması gereken yerde değil. hayatımda ilk defa! gece yolda düşürmüş olmalıyım. pekala, canımız sağolsun. fakat kimliğim, yani oturma iznim cüzdanda! ki bu da yasal olarak hollanda sınırları haricine çıkamamam demek. nasıl ya? ben deplasmana gidecektim! maça on gün var. bu sürede oturma iznimi yenilemem mümkün değil. ne yeni kimliği? yabancılar polisinden geri dönüş vizesi için randevu dahi alamayabilirim. pekala, sakin olalım… en kötü ihtimali hesap ediyorum: hiçbir şeyi yetiştiremem. pekala, yetişmesin. ben deplasmana giderim. pasaportum sağlamda. britanya’ya girerken bir sorun çıkmaz. dönüşü de hollanda sınır kapısında düşünürüz. bu muhasebe beni rahatlatıyor. karakola gidip cüzdanımın kaybolduğunu bildiriyorum. polis soruyor: cüzdanınızda neler vardı? sayıyorum: gençlerbirliği spor kulübü üyelik kartım, kimliğim, kredi ve banka kartlarım, kütüphane kartım… anlamsız gözlerle bakıyor. ben bankalara telefon edip kredi kartlarını iptal ettirirken, not aldığı listeyi daktilo ediyor. karakoldan çıkarken elime tutuşturdukları rapora bakıyorum. benim verdiğim sırayla yazmamışlar.
6-14 ekim 2003 düzenli olarak rovers taraflarıyla haberleşiyoruz. ankara haricinde londra ve leiden’dan da iki taraftar geleceğini biliyorlar. bilet benim için hala bir dert. elimde tutmadıkça içim rahat etmeyecek. rovers taraftarlarından paul, emin ol, dert değil; bir aksilik çıkarsa ben kendi biletimi sana vereceğim, diye yazıyor. daha fazla uzatmanın alemi yok. yola çıkmadan taraftarlar arası maçın rövanş saatini öğreniyorum. 14:00. biraz geç başlarlarsa yetişeceğiz.
14 ekim gecesi, leiden - 15 ekim 2003, londra-blackburn-londra mazallah uyur kalır, uçağa yetişemem diye yatmıyorum. belli mi olur? saat çalmaz; saat çalar, ben duymam… dünyanın bin bir türlü hali var. en temizi hiç yatmamak. sabah akşit ağabeyle sözleştiğimiz gibi londra’da, liverpool street tren istasyonunda buluşuyoruz. birbirimizi tanımak hiç güç olmuyor. kırmızı-siyah donanımımız kuvvetli.
yolumuz uzun. arabayla gideceğiz. ingiltere’nin, londra’nın batı tarafından kuzeye doğru çıkan ana arterinde 400 kilometre! londra’dan çıkarken ankara’yla telefonlaşıyoruz. maneviyatımız artıyor. biz yıllardan beri tanış gibiyiz. akşit ağabey bizim kulübün aile ya da yatılı okul hali diyebileceğim havasından bahsediyor. biz on kişiyiz, birbirimizi biliriz. fakat elbette her ikimizin de arzusu taraftar sayımızın artması! manchester ardımızda kalana dek birçok gençlerbirliği hikayesi dinliyorum. akşit ağabey yolda görmem gereken yerleri işaret etmekten de geri kalmıyor. birmingham’ı geçerken solda aston villa’nın mabedini mesela. cazibeli görünüyor!
yol arkadaşımın benim yaşım kadar taraftarlık hayatı var. askeri terminolojiye müracaat edeyim: o yüksek rütbeli, ben yıldızını yeni takmış teğmen. şöyle bir düşünüyorum: ankara’ya 1990'da yerleşmişim. fiili sempatizanlığım aşağı yukarı iki sene devam etmiş. fakat ciddi bir sempatizanlıktan bahsediyorum. kadıköy’de yatılı okurken okul formamın yakasında, inadına -nereden edindiysem-, altay rozeti taşımak gibi bir şey değil bu. sempatizanlıktan taraftarlığa terfi ettiğimden (1992-1993 sezonu) bu yana da düzenli tribün mesaim var. yani ankara’dayken vardı. uzun bir süre gecekondu; tek bir kere, zannederim 1995-1996 sezon açılışında -kulüp tören yapmıştı- kapalı; 1997-1998'de bir sezonluğuna maraton. (uğurlu gelmedi, o sezon neredeyse küme düşüyorduk. sürekli dipdeyiz, hep bunu konuşuyoruz. son laf sürekli murat gültekingil’den geliyor. hep aynı: tamam, seneye maçlarımızı cebeci stadı’nda paşa paşa seyrederiz! başımız ellerimizin arasında seyrettiğimiz 1-2'lik o vanspor maçını asla unutamayacağım. maraton kalabalığı vanspor’u alkışlıyor…) sonra elbette gene çekirdek taraftar kitlesinin mekanı gecekondu… 2002-2003'te resmi olarak hala gecekondudayız. kulüp o sezon ilk defa kombine bilet çıkardı. iki tane edinip hollanda’ya gelirken arkadaşlara bıraktım - bilete süs muamelesini reva görmemelerini söylemeyi de ihmal etmedim elbette. o sezon sonuna doğru ankara’dan tekrar maratona göçüleceği haberi ulaştı. ilkin muhalefet ettim. fakat hem tribün arkadaşlarım gerekçelerinde haklı gibiydi, hem de (kelimenin hakiki anlamıyla) hariçten gazel okumanın alemi yoktu. bu sefer maratonda kalıcı gibiyiz.
yolda dinlediğim hikayelerden aklımdan hiç çıkmayacak olanı, akşit ağabeyin 1979'da henüz flört ettiği kız arkadaşıyla birlikte gittiği kırıkkale maçı. (bu, dinlediğim “gel seni gezmeye götüreyim,” hikayelerinin sonuncusu olmayacak. hoş, bu konuda bizzat kendim de tecrübeliyim!) o gün bir avuç gençlerbirliği taraftarı staddan polis-jandarma koridorunda çıkıyor! akşit ağabey, maçtan sonra, yahu, kızı getirmekle hata ettik galiba, diye kendini yiyor. hikayeyi ertesi sabah kahvaltıda bir de akşit ağabeyin eşi sema abladan dinliyorum: hoş adam! bu taraftarlığını da artık olduğu gibi kabul etmek lazım, diye düşündüm, diyor.
manchester’dan sonra yolda daha dikkatliyiz artık. taraftarlar arası maçın yapılacağı rovers’ın idman sahası blackburn’un dışında bir köyde. ikimiz de evvelden coğrafya çalışmışız gerçi. haritalar-krokiler kucağımda, biraz dikkatli olursak elimizle koymuş gibi bulacağız. öyle oluyor. sahaya girdiğimizde uzaktan el sallıyorlar. maç kısa bir süre önce başlamış.televizyon kameraları var. taraftarlar arası maç ankara’da olduğu gibi blackburn’de de sükse yapmış. önceden haberleştiğimiz rovers taraftarlarıyla tokalaşıyoruz: paul, steve, john paul ve babası ve diğerleri… maçı bu sefer onlar alıyor. fakat, gene laf aramızda kalsın, ingilizler’in tabiriyle on the aggregate, biz galibiz. alkaralar.com’daki takma adıyla kaychii’yle tanışıyoruz. o da bizim gibi deplasmana deplasmandan gelenlerden…
maçtan sonra arabada koltuğumu bir rovers taraftarına bırakıyorum. stada gidene dek bize rehberlik edecek. ewood park’a vardığımızda arabayı bırakacak bir yer arıyoruz. john paul’le birlikte stadın ana kapısından girdiğimizde görevlilerden birinin yakasında bizim ve rovers’ın amblemlerini taşıyan bir yaka iğnesi, bir diğerinin boynunda bizim kaşkolu görüyorum. takımları getirecek otobüslerin gireceği, stadın özel park yerini işaret ediyorlar. hoş bir jest daha. çıkışta bir kaşkolcuya denk geliyorum. maç için bir memorabilia yaptırmışlar: bir tarafı rovers, diğer tarafı gençler, altında maçın tarihi yazıyor. kaça, diyorum. 5 pound. bir tane versene. john paul temkinli. nedir, diyorum, pahalı mı? yok, diyor, normal. bizim kulübün mağazasında da daha ucuza olmaz böyle şeyler. onun takıldığı şey başka: kaşkolun rovers tarafına işlenmiş union jack’i işaret ediyor: bu ne ya? biz britanyalı değiliz ki, ingiliziz!
bu kaşkolcuyla maç sonrası tekrar karşılaştığımızda takılacağım: selam bilader… ne o, malı bitirememişsin? önce tebrik edecek, sonra soracak: daha ister misin? kaça vereceksin? çifti 6 pound?.. hayatta olmaz, üçüne 5 pound veririm! hiç ikiletmiyor. zaten hali kalmamış, tanesine 1 pound vereyim, hepsini alayım desem, razı gelecek. kaşkollardan ikisini alkaralar.com’u vareden emekçilerden bülent atlas’la ankara’ya gönderiyorum. biri tanıl’a, diğeri barış’a! ben barış’a aldım zaten, diyor. iyi madem, sen bunları tanıl’a ver, biri zaten onun, diğerini o takdir etsin.
stadın altındaki rovers taraftarlar kulübü blues’a gidiyoruz topluca. oysa belki şehirde biraz dolaşırız diye konuşmuştuk. neyse, zaten maçtan başka hiçbir şey düşünemiyorum. biz darwen end tribününde olacağız. stada girmeden bilet gişesinin önünde okunan beste: stadlarda rüzgar, aklımda maç var… içeri girdiğimizde ilk ve tek hayalkırıklığını yaşıyorum. tribünün 3. katındayız! bu ne ya? aklımda o ana dek seyretmiş olduğum ingiliz maçları var. hani taraftarın kalenin hemen 10 metre arkasında olduğu maçlar. güvenlik, diyor akşit ağabey. henüz bilmiyorum ama sporting cp maçında hayal ettiğim o zaviyeden maç seyretme muradına ereceğim.
maçtan hemen önce gençlerbirliği taraftarlar derneği başkanımız doğan beyin de aralarında bulunduğu üç taraftarımız sahada. bizim tribünden seçilmiyor gerçi. elektirikli tabeladan seyrediyoruz. flamalar değişiliyor; rovers-gençlerbirliği arasındaki dostluk perçinleniyor. biz yukarıda organize oluyoruz; maç başladığı an bizim tribün inliyor: burası ankara, burdan çıkış yok! telefonlar geliyor. güzel, sesimizi ankara’ya duyurmuşuz. insanlar bir de akşit ağabeyle benim başımdaki mavi şapkaların ne olduğunu soruyorlar. bu da bizden küçük bir jest: blackburn rovers şapkası. bir ikinci tezahüratımız vaktiyle akşit ağabeylerin 19 mayıs’ta, maratonun sol göbeğinden bağırdıkları: gençlerbirliği!.. ileriiii! bunu 19 mayıs’ta tekrar tutturabilir miyiz acaba?
maç kabus gibi. nasıl anlatayım? şansımız yaver gitti, desem olur mu? o maçın nasıl tek gollü beraberlikle sonuçlandığını hala bilmiyorum.
gece yarısından evvel tekrar londra’ya doğru yola düzülüyoruz. gelirken 6 saatte aldığımız yol, bu sefer yaklaşık 3 buçuk saat çekiyor. biraz da mecburiyetten. akşit ağabey sabahın köründe bir iş toplantısı için rotterdam’a uçacak. eve varınca ben yatıyorum. amsterdam-londra arası havayolunu saymazsak, bir günde 800 kilometreden fazla yol yaptık. akşit ağabey taksiyi çoktan çağırmış, banyoya giriyor.
ertesi sabah 2 kilo gazete alıyorum. (eve dönünce tarttım. şaka değil, hakikat!) bir kısmını kesip ankara’ya gönderiyorum.
yaklaşık 22 yıldır kullanmakta olduğum gözlük denen eşyaya son noktayı koyduğum mutlu günün en mutsuz anısı. ameliyatın etkisiyle sular seller gibi akan gözyaşlarımı bir türlü dindiremediğim, en ufak bir ışık parçasında bile baş ağrılarımın inanılmaz arttığı, evin bütün ışıkları sönmüş olmasına rağmen, güneş gözlükleriyle ilk 10 dakikasını seyretmeye çalıştığım ama seyredemediğim maç. hayatım boyunca televizyondan dinlediğim tek maç.
ankara'dan kulüple birlikte yola çıktık. uçağın en önünde yöneticiler, orta sıralarda milletvekilleri, en arka 2 sırada gazeteciler, onların tam önünde de taraftarlar olarak biz vardık. toplam 13 taraftar maça götürülmüştük. kalan sıraların çoğu da milletvekilleri ile onların ve yöneticilerin aileleri tarafından doldurulmuştu.
uçak havalandı, içkiler açıldı, gazeteciler de kendi aralarında koridorda oyun oynamaya (birbirlerini dövmeye oyun diyorlar) başladılar. bir süre sonra arkama dönüp tam arkamdaki gazetecinin hangi kurumdan olduğunu sordum. "show tv" diye cevap verdi (zaten iki yanında da öztürk pekin oturuyordu). "yaaa" dedim, "televizyonlarda yayınlanan maç özet görüntülerini ankara'da kim hazırlıyor?". "ben" dedi, "o zaman sen şerefsizsin" dedim, donup kaldı.
bir sezon önce iç sahada maç kaçırmamışız, maçtan eve dönüp özetleri seyrediyoruz, o da nesi, ataklarımız yok, rakibin bulduğu (ki 2002-2003 sezonunda çok az pozisyon verirdik) tüm pozisyonlar var, attıysak gollerimizi görüyoruz, kalanın tamamı takımımızın yaptığı fauller.
"çok iyi yansıttınız geçen yıl nasıl futbol oynadığımızı, beşiktaş'ın şampiyonluğu için tebrik ederim" dedim ve önüme döndüm.
manchester havaalanına indik. kulüp kafilesinden ayrı olarak maça gitmeden 3 arkadaş kendimize ankara'da tanıştığımız bir blackburn taraftarının evini ayarlamıştık. sağolsunlar, gelip havaalanından aldılar bizi. "naapalım" dediler, "city of manchester" stadını havadan gördük, dünya gözüyle şu "old trafford"u da bir görelim dedik. gittik, gördük. büyükmüş. oradan kalacağımız blackburn'e doğru yola çıktık. "mevsimi değil ama size bir okyanus gösterelim" dediler, gece blackpool'a geçtik. şehir las vegas çakması ışıkları ve "çakma eyfel kulesi" diyebileceğimiz demir yığını bir anıtı ile meşhur. tabii ki dikkatimizi çeken şey o anda maç oynanmakta olan blackpool fc'nin "bloomfield" stadı oldu.
blackburn'e dönerken yolda bir de pub'a uğradık, orada ankara'da tanıştığımız birkaç taraftar daha bizi bekliyordu. ikişer guiness çakıp "bir de ewood park"ı görelim dedik. ayarlamışlar sağolsunlar, stada gittik ve sahaya çıktık. orada başka bir süpriz bizi bekliyordu, bbc radio lancashire'dan bir muhabir bizimle röportaj yaptı. arkadaşımız "gelin, görmeniz gereken bir şey daha var" dedi. stadın içine girip premier league kupasını gördük. akabinde de eve gittik ve yatıp uyuduk.
sabah klasik bir ingiliz kahvaltısı hazırlamış olan ev sahibimiz, "sizi nereye götürelim" dediğinde "bugün gösterebildiğiniz kadar stad gösterin bize" diye yanıtladık. ilk istikametimiz blackburn rovers'ın akademisi idi (yani alt yapı tesisleri). ankara'da oynadığımız maçın rövanşını oynadık. maçtan sonra bbc ve sky sport news televizyonlarına röportaj verdik. bbc spikerinin sürekli alpay ile ilgili sorular sormasına (meşhur türkiye - ingiltere maçı ve beckham alpay arasındaki hadise sebebiyle) kızıp "bize neden blackburn ve gençlerbirliği taraftarlarının dostluğunu sormuyorsun" diye tepki verince adam da şaşırdı, doğal olarak da röportajın seyri değişti. sonrasında burnley'e doğru yola çıktık.
burnley, blackburn'e 30-40 km uzaklıkta bir kasaba, iki takımın taraftarları birbirlerini pek sevmiyorlar ancak burnley taraftarı holiganlığı ile meşhur iken blackburn taraftarının o taraklarda hiç bezi yok. "turf moor"a vardığımızda "şu stadın önünde blackburn forması ile bir fotoğrafımız olsun" dedik, "delirmeyin" diye cevap verdiler. dinlemedik, stadın ana girişinin önünde paltoları çıkarıp formayla pozumuzu verip fotoğrafımızı çektirirken daha ilk geçen araba kornaya asılıp ani bir frenle durmaya kalktı, acilen arabaya binip orayı terk ettik. stadyumdan çıkan görevliler bizi göremeden uzamıştık.
dönüşte accrington'a uğradık. 1891'de kurulmuş olan accrington stanley'in "crowd ground" stadını ziyaret ettik. birbirlerine düşman olan blackburn ve burnley taraftarlarının tek ortak noktaları 5000 kişilik bu küçük stadyumdu ve burada accrington stanley'i beraber destekliyorlardı.
ziyaret edecek başka yer kalmadığı ve artık maç da yaklaştığı için ewood park'a geçtik. "blackburn end" tribününün altındaki "blues cafe bar"da birkaç içki içtikten sonra blackburn taraftarlarının toplandığı yer olan stadın yanındaki başka bir pub'a geçtik. projeksiyon perdesinde sky sport news gösteriliyordu ve orada röportajımıza da denk geldik, tabii bunu gören blackburn taraftarları da bizi de aralarına alıp tezahürata başladılar.
maça yaklaşık olarak yarım saat kala arkadaşlarımı pub'da bırakıp stada geçmem gerekti. iki kulübün taraftar dernekleri arasında bir plaket alış verişi için orta sahanın ortasına geçtik. seremoniyi tamamladıktan sonra da "darwen end" tribününün balkonundaki yerimizi aldık.
maçı anlatmanın çok gereği yok. bir şekilde turu geçtik ve maç çıkışında kapıda bizi blackburn taraftarlarının beklediğini görünce şaşırdık. herkesin elini sıkıp tebrik ediyorlar, diğer turlarda bize başarılar diliyorlardı. açıkçası bu kadarını da beklemiyorduk. bizi ikinci şaşırtan şey ise dışarda bekleyen otobüsler oldu. kulüp hiç vakit kaybetmeden geri dönüyordu ve bundan çok üzüntü duymuştuk. bir an "acaba dönmesek biraz daha kalsak burada" diye düşündük, ancak dönüş için uçak bileti almak gerekiyordu ve de bunun için paramız yoktu. blackburn'lu arkadaşlarımıza veda ettik ve 36 saatlik ingiltere ziyaretimizi sonlandırmak üzere havaalanının yolunu tuttuk.
havaalanında deniz barış ile biraz st pauli muhabbeti yaptık, skoko ile de iki lafladık. kafile sanki elenmişiz gibi çok sessizdi, anlam veremedik. uçağımıza binip ankara'ya döndük.