şampiyon olduktan sonra kendimi tutamayarak alman - sivas kangal cinsi rocky adlı köpeğime galatasaray forması, atkısı, şapkası giydirmiştim. üstelik bir sürü fotoğrafı çektirmiştim fakat formasız! :s koşarken giydirdiğim gs formamın üstüne basarak bir anda yırtılması :d (eski bir formaydı.) .......
imran ayata'nın takımdan ayrı düz koşu kitabında yer alan "plotonik bir aşk - almanya'da galatasaraylı olmak" başlıklı yazısından;
17 mayıs 2000'de giga popescu galatasaray'ın dördüncü penaltısını david seaman'ın kalesine tıktığında, büyüklük cinnetinin doruğunda olduğum anlardan bile tasavvur edemediğim şey gerçekleşmişti: bizimkiler kupayı kaldırdı. franfurt'un beyoğlu barlarını andıran telis'nde insanlar birbirlerinin kollarına atlıyor, 30'lu yaşlarındak adamlar sevnçten ağlıyordu. maç sırasında futbolcun ayrıntısına pek takılmadıklarını söyleyen, ama buna karşılık life-style ile ilgili engin bilgileri sayesinde hakan şükür veya arif erdem hakkında şaşırtıcı ayrıntılar bilen genç kadınlar, pek az zaman böylesine rengarenk olmuş bir bodrum barında mutluluktan uçarak sarı-kırmızı bayraklar sallıyorlardı. trt-int'te maçın naklen yayınından hemen sonra, sanki ısmarlanmış gibi, bir şekilde sembolik bir tesadüfle, ebediyyen 70'lerin müzisyeni edip akbayram'ın "bekle bizi istanbul" klibi çalmaya başladı. bu şarkı bir anda yeni bir bağlamda anlam kazandı: bardakiler özlemle ekrana baktılar, onlar da bu teri dökmüş, bu zahmeti çekmiş ve şimdi istanbul şenlikleriyle onları bekliyormuş gibi. "lan inanmıyorum bizimkiler kupayı aldı" ve bunun gibi şaşkınlık sözlerinin yanı sıra, "en büyük türkiye" sloganları duyuldu. bunlar çok sürmedi, çünkü solcu galatasaray taraftarları derhal müdahale ettiler, başarının kendi kulüplerine ait olduğunu ve milliyetçi ayaklarla bir alakası olmadığını duyurdular bağıra çağıra. çoğu ilgilenmedi bu konuşulanlarla; telis'te politik tartışmlarla ilke olarak pek yer yoktur. edebiyattan bahsedene anında "entel" damgasını vururlar. canlı müzik dinlerken konuşması hoş olan şeyler başkadır: pop ve life-style, iş, para, eğlence, muhabbet. ama 17 mayıs'ta piyanist-şantör ismail abi sabahın erken saatlerine kadar tuşlara vur ha vurdu. defalarca tempo tuttu. "bir iki üç dört... cimbom şampiyon", müşteriler masaların üstünde dans etti. olağandışı havaya rağmen melankoli altedilir gibi değildi; "burasını istanbul'a çevirdik, dışarısı almanya..."
dışardakiler başka bir perdeden çalıyordu: orada galatasaray bayraklarının yanında türk bayrakları ve bozkurt simgeleri sallanıyordu -belki de türkiye'dekinden daha fazla oranda.- almanya'daki ırkçılık bağlamını, politik örgütlenmeyle durumsal güç gösterisi karışımını hesaba katsa bile, bazı uzmanların iddia ettiği gibi bir normalleşmenin görülmediği gözden kaçmamalı bu ortamda: kazansınlar, insanlar alışır, aşırı davranışlar, milliyetçi gösteriler biter, azalır gibi tezlerden almanya'da çok uzağız.
galatasaray'ın o yıl uefa ve süper kupa'yı kazanması ve türk milli takımının euro2000'de çeyrek finale yükselmesine sadece türkiyeliler sevinmedi. galatasaray arsenal'i yendiğinde almanya'nın mannheim şehrinde küçümsenmeyecek sayıda alman da galibiyeti sahiplendi. çünkü galatasaraylı ümit davala mannheim'da yetişmiş, futbol oynamıştı. "bu koç bizim" duygusu ve hemşeri mantığıyla alman futbolseverleri de bağırığ çağırıştılar sokaklarda.
17 mayıs 2000 galatasaraylı olmaktan en cok gurur duydum gun takı super kupayı kazanıncaya kadar suren suerece kadar:))macın oynandıgı tarıhte lısede hazırlık sınıfda okuyordum ve ertesı gun 3 tane yazılım vardı 17 mayıs gunu yazılısı olan hocaların hepsıyle konusup yazılıları ıptal ettırmıs tamamen galataray macına motıve olmustuk!!!o yıl tum macları uefa maclarını bılgısayardan cıne5 kacak ızlemıstık son mac yanı arsenal-galatasaray macının saatı gelmıstı aparmandakı komsularda artık alıskanlık olmuskı herkes mac yıne cıne5 te dıye bıze toplanmıstı ama mac trtdeydı tum komsular mac saatınde televızyonun basına gectık ve macı ızlemeye basladık sankı canakkalede hayat durmustu sokakla mac saatınde 1 saat oncesınde bosalmıs kuruyemıs satan alkol satan yerlerde kuyruklar vardı!!!mac basladı 45 dakıkada evde ne cerez ne kola ne alkol kalmıstı devre arasında evımızın yakınında markete gıttıgımde ordada kola alkol cerez tukenmıstı:))neyse macın ıkıncı yarısı uzatmalar derken penaltı atıslarına gelmıstık arsenalın kacırdıgı ıkı penaltı popenın attıgı son penaltı bulentın sakat oynaması hagının gordgu kırmızı kart tafarelın kurtarısları ve trt spıkerının hadı hadı popescu hadı dıyerek gelen son penaltıdan sonra kupa galatarayın demelerınden sonra evımızdekı komsular annem babam fblı gslı herkesın sevınc gozyaslrı ıcınde aglamasından sonra tum apartmanca arabalara bınıp 8 araba kordona konvaya gıdıp konvoyda arabayla gezemeyıp trafık tıkandıgından dolayı arabaların kenarında meydanda sabah kadar sarı kırmızı galataray dıye bagırıp dvavul zurnda oynadıgımız sabah saat 05.00 da eve gelıp oglene kadar okula gıtmedıgım okula gıttımde herkesın daha galataray dıye bagırdıgını gordugum ancak benım seslerımın kısılmasından dolayı bagıramadıgım gunun bır oncekı gunuydu!!!teşekkurler galataray bana o gunu yasattıgın ıcın gerceklerı tarıh yazar tarıhıde galatarasaray...başkaları ruyasında göremez ama kupa bızım muzemızde...
tribün dergi sayı 3'de yer alan volkan eser'in "kopenhag hacıları" başlıklı yazısından;
aslında her şey hertha berlin maçı ile başlamıştı, bu maçtan sonra mailing list’te yanılmıyorsam ilk bendim, “11 maç yenilmeden uefa kupasını alacağız” diyen. bunu dedikten sonra uefa’nın sitesine girip maç tarihine bakmıştım: 17 mayıs 2000... hertha maçından sonra mucizevi milan maçı, peşinden gelen bologna maçı (ki kendisi ilk avrupa deplasman maçım olur, sağolasın patron) ve devamındaki dortmund, mallorca, ve leeds maçları...
20 nisan gecesi hep birlikte seyrettiğimiz maçtan sonra barış haseski ile sarılmıştık, o ağlayarak “allah’ım ne olur beni bu rüyadan uyandırma” diyor, ben rüyada olmadığımızı, 17 mayıs’ta finali oynayacağımızı anlatmaya çalışıyordum.
o günden başlayarak kopenhag’a nasıl gideceğimizi konuşmaya başladık, gidilecek tur şirketinin adı belli olmuştu, ama fiyat daha belli değildi. ben havacılık camiasıyla yakın olduğumdan fiyat tahminleri yapıyordum, fakat sonuçta “oha” dediğim bir fiyat çıktı ortaya: günübirlik tur, maç bileti hariç: 450 $. eh, kulüp de 25 dolarlık bileti bize 150 dolara satınca, kopenhag uefa kupası teslim alma operasyonu’nun maliyeti 600 dolara çıkıverdi. ama feda olsundu cim bom’a...
maçtan bir hafta öncesine kadar benim için her şey normaldi. bir hafta kala hafif heyecanlanma belirtileri çıktı ortaya. sonra 15 mayıs’a, yani maçtan iki gün öncesine geldik. uykusuzluğum o gece başladı, yatağa ilk yattığımda gözümün önüne galiba 6 yaşındayken seyrettiğim ilk uefa final maçı geldi, juventus’la bir takım oynuyordu sanırım, boniek ve platini’yi ilk o zaman duymuştum. ulan dedim, şimdi biz orada olacağız ha? hay demez olaydım... sabaha kadar uyku girmedi gözüme.
ertesi gün işyerinden erken kaçtım, biraz istanbul turu falan, ı-ıh zaman geçmiyor. saat 9 gibi kadıköy’e ailemin yanına gittim. yemek falan derken saat 12 oldu. ben 12’de ev ahalisine “hakkınızı helal edin, ben gidiyorum” deyip kalktım. çıkarken annemin “nereye gidiyorsun oğlum manyak mısın?” sorusunu, babamın “e manyak tabii, ta kopenhag’a maça gidiyor adam” yanıtını duydum.
uçak sabah 5’te, bu kadar saat ne yapayım ben diye kara kara düşünürken aklıma nedense bana dahiyane görünen bir fikir geliverdi. hemen tekirdağ’daki yazlığa doğru yola çıktım. yazlığa ulaştım, eve girdim, bir bardak su içtim (galiba suydu) ve tekrar istanbul’a döndüm.
saat gece 3,5. zaman geçmiyor, bir baktım ki bilal’in elinde bir şişe metaxa var, hemen dalıverdim şişeye, o da fazla direnmedi. yarım şişe kadar kanyağı orada halletmişim...uçak saati geldi ve biz tezahüratlarla uçağa bindik, kaptandan sigara ve içki için izin aldıktan sonra (ki buna bile laf edenler vardı ama 310 kişiden 250’si bir anda sigara yakınca susmak zorunda kaldılar) yerlerimize geçtik.
biz uçağın ön tarafındayız... bir anda alp özgör yanındaki poşetleri açmaya başladı, ben de dumura uğramaya... manzara öyle böyle değildi, bir büyük rakı, beyaz peynir, domates, ahmet çakar (hıyar), kavun ve pilaki getirmişti...
uçak yolculuğunda maçtan çok mehmet şenol’la beraber galatasaray’ın geleceğini konuştuk, bundan sonra ne yapılması gerektiğini falan...
uçak kopenhag’a indiğinde henüz kargalar kahvaltı etmemiş, ancak biz çakırkeyif olmuştuk. havaalanında otobüslerimizi beklerken gördüğümüz ingilizlerin “hassikkkttiiiiirrrrr” diyen bakışları, bizim onlara ilişmememizle “ulan bunlar barbar değilmiş be, aynı bizim gibiler, sarhoş” bakışlarına döndü. otobüslerimize bindik, yaşlıca bir teyzemiz bize kopenhag’ı anlatıyor, işte şurası kral bilmemneyin çükü, burası kraliçenin tacını giydiği yer falan... bu arada otobüsten, “hoop yenge, bizi meydana bırakıver, bana ne lan danimarka tarihinden” sesleri yükselince otobüs mevcudu dörtte bire indirilerek kopenhag turuna devam edildi. ünlü denizkızı heykeli’ne gittiğimizde ise şoka uğradık, zira bizim devasa diye bildiğimiz heykel meğer yarı boyumda imiş, tabii deniz kızının boynuna atkı takıp fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik. oradan tivoli’ye doğru yola koyulduk...
tivoli’ye vardığımızda büyük meydanın türkler, karşısında bulunan barlar bölümünün ise ingilizlerle dolu olduğunu, aradaki birkaç bağrışmadan öte bir şey çıkmadığını öğrendik ve kopenhag meydan turuna başladık... ingilizlerle burun buruna bağırıyoruz, tezahürat yapıyoruz, ama olay çıkmıyor... bayağı eğlenceli ortamdı.
sonra meydandan ayrılarak yakınlarda yatacak bir yer aramaya başladık, zira saat bir anda 2 olmuştu, üzerimize bir yorgunluk çöktü. sonunda şahane bir parkta yattık ve sohbete başladık. bu sırada bilal’in ve benim telefonlar zırıldamaya başladı (kek gibi telefon götüren sadece ikimizdik sanırım), ilk duyduğum annemin çığlığıydı: “nerdesin sen?”, “ya anne kopenhag’dayım, nerede olacam...” “kopenhag’da nerdesin?” ulan, annemi tanımasam “aha arkamdan o da kopenhag’a geldi” ya da “daha önce çok kere kopenhag’a gelmişti, o yüzden soruyor” diyeceğim. “anne parkta yatıyoruz, ne oldu ki?” dedim, “yalan söyleme, televizyon veriyor her şeyi, kavga ediyorsunuz” diye bağırdı. biz de az önce cengiz’le çimenlerin üzerinde şöyle bi güreşmiştik, ama bunu televizyonların vermesi garip geldi bana. “yok anne,ne kavgası ya” falan diyince anlaşıldı ki, tivoli meydan muharebesi çoktan başlamıştı... ama biz geç kalmıştık...e, madem geç kalmışız, bari yatalım deyip yatmaya devam ettik. saat 5’te otobüslerle buluşacağımız yere gittiğimizde kavga ortamında bulunan arkadaşların durumunu gördük... kiminin gözü kan çanağı olmuş atılan gözyaşartıcı bombadan, kiminin rengi atmış, ama kayıp yok.
stada girdiğimizde bir an her şey kayboldu, yemyeşil çimler, etraf sarı kırmızı (daha arsenal’liler gelmemişti)... ve tezahürat başladı, “kapalı buraya!..” hah, şimdi tamam oldu, sebahatin, savaş, hepsi oradaydı işte. hemen o tarafta yerimizi aldık, sesler kısılmasın fazla bağırmamaya dikkat ediyoruz.
ve galatasaray sahayı incelemek üzere sahaya çıktı... aman allahım... “burası sami yen, buradan çıkış yok!” tezahüratı başladı, her yer inliyor, bu arada yasin’le beraber asacak yer bulamadığımız pankartlarımızı açmaya başladık, “muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”, ağlayacağım ama daha erken. sonra arsenal geldi sahaya “welcome arse” pankartını açıverdik hemen. sahaya ponpon kızlar da çıkınca iyice neşelendik. şarkılar, türküler derken maç saati geldi.
maç başladı... aslında maça dair çok şey hatırlayamıyorum. arifin kaçan pozisyonu vardı, arsenal’in 18 içinden kaçırdığı pozisyon, hakan’ın yere çakılısı, direkten dönen top, hagi’nin attığı ve bergkamp’ın hâlâ etkisinden kurtulamadığı çalım. 80. dakikadan sonra tribünler coşmaya başladı. zaten coşkuluydu aslında, delirmeye başladı diyeyim, daha doğru olur.
bildiğiniz gibi, normal süre 0-0 bitti, uzatmalar başladı. bir kırmızı kart geldi, hagi artık yok. biz tempoyu hiç bozmuyoruz, hem ağlamaya hem dağ başını’ya devam. henry 1 metreden inanılmaz bir gol kaçırıyor, daha doğrusu tafi kurtarıyor. 115. dakikada fatih terim’i görüyoruz, takıma var gücüyle “ileri” diye bağırırken. uzatmalarda da bozulmuyor eşitlik. sıra penaltılarda. kale arkası tribünde ağlamayan yok gibi, hem ağlıyoruz hem bağırıyoruz. penaltılara gelince... pozitif enerji olgusuna ister inanın ister inanmayın, ama o gün viera ve suker’e penaltı kaçırtan şey o taraftarın pozitif enerjisidir... anlatılamaz bir şey bu... onlar kaçırıyor biz “kaçırdı kaçırdııııııı” diye bağırıyoruz. aklıma annemler geliyor, arıyorum ve telefonu havaya kaldırıyorum dinlesinler diye. zaten televizyon başındalar ama... ve sonra popescu geliyor, benim ömrümün her 5 yılı popescu’nun her adımında gidiyor, pope geliyor, o anda zaman duruyor sanki... bizim tribünde tıss sesi bile yok, sadece ağlayanların iç çekişleri var, gözüm yedek kulübesine ilişiyor, emre yere çökmüş, tahminen ağlıyor, fatih terim’den malzemeciye kadar herkes birbirine sarılmış, sahanın ortasındada bütün futbolcular yumak olmuşlar, e gel artık popescu ya, geliyor, vuruyor veeeee...
o an kayıp bende... ne yaptım, nasıl yaptım, nasıl sevindim bilemiyorum.ben kendime geldiğimde maç bitmiş, futbolcular seremoni için hazırlanıyordu. annemin anlattığına göre hayatında gözünün yaşardığını bile görmediğim babam ve hatta dedem bile gözlerini siliyorlarmış o anda...
stattan çıkarken hemen yanımızdaki tv kabininde bulunan hıncal’a tezahürat yapıyoruz, ulan o da gözünü siliyor, herkes mi ağlamış ne? stattan çıkıyoruz ve otobüslerimize biniyoruz... 0 anda bilal ve benim aklıma o günü ölümsüzleştirecek bir laf geliveriyor... “bu maça gelenler dünyanın en şanslı insanları diyor” bilal, ben de ekliyorum, “ne şansı be, hacı olduk ulan hacı”. o günden sonra maça gelmeyenler için söylenen “hacıların kalkan parmaa girsin ...in gözüne” tezahüratı başlıyor...
havaalanındayız, bağırmak istiyoruz ama ses yok ki... bir anda aklımıza ıslıklar geliyor, başlıyoruz “kalplerde yıldız/ gönüllerde ay/ şampiyonsun galatasaray”ı ıslıklarla söylemeye... dönüşü hatırlamıyorum. 1 şişe absolut içtikten sonra sızmışım galiba. istanbul’a iniyoruz... havaalanında alkışlarla karşılanıyoruz resmen, e manyakça geliyor insana, ama pek değil tabii...
ilk basımı 2000 olan ahmet çakır'ın "o bir imparator" kitabından;
galatasaray bu tarihe finale hazırlanırken, ilginç bir gelişme yaşanmıştır. imparator elbette ki rakibin son maçlarını izlemek üzere londra'ya gider. birkaç ay içinde ada'ya bu üçüncü büyük mücadele için gelişidir. önce chelsea karşısında üzülmüş, ardından leeds önünde adeta cehennemden kaçışı gerçekleştirmiş şimdi de arsenal'i 17 mayıs'ta kopenhag'da devirebilmek için neler yapması gerektiğini görüp anlamaya gelmiştir.
bu kez ortam sessiz, gönlü rahattır. insanın ömründen epeyce geniş zaman dilimlerini götüren gerilimli günler geride kalmıştır. şimdi de heyecanlı bir bekleyiş söz konusudur ama endişelenecek bir şey yoktur.
bu duygular içindeki imparator'u londra'da kendisini eski bir dost karşılar: birol nadir.
asil nadirin büyük oğlu hem bir galatasaray tutkunu, hem de arsenal kulübü'nün 25 yıllık üyesidir.
daha önce türkiye'de fotospor'un sahibi olan birol nadir babasının geçirdiği sarsıntının ardından bir süre ayakta durduktan sonra gazetesini satarak türkiye'den ayrılmak zorunda kalmıştır. ingiltere'ye de gidemediği için irlanda'da yaşayan birol nadir, galatasaray'ın avrupa kupalarındaki hemen her maçını yerinde izlemeye çalışır.
asil nadir'in geçmişte yaşadıklarıyla ilgili olumlu bazı gelişmeler üzerine yeniden ingiltere'ye gelebilme imkânını bulan birol nadir, büyük bir keyifle imparator'a evsahipliği yapacak, istediği bilgilerin de fazlasını bulmasını sağlayacaktır.
aslında imparator, emir vererek elde edebileceği birtakım bilgileri, minnet duymasını gerektirebilecek şekilde kendisine getirilmesinden hoşlanacak biri değildir. gelgelelim, birol nadir hem futboldan gerçekten anlamaktadır, hem de arsenal hakkında öylesine derin ve ciddi bilgi sahibidir ki, öğrendiklerinin final maçında oluşturacağı starateji için işine yarayabileceğini düşünmekten kendisini alamaz.
birol nadirin aktardığı bilgiler sadece söz düzeyinde değildir. arsenal hakkında çok sağlam bir arşivi bulunan nadir, görüntülü ve canlı bütün bilgileri imparator'a aktarırken, bir yandan da şunları söyler:
"iki durumda da üzülen ben olacağım. arsenal kazanırsa galatasaray için, tersi olursa arsenal için..."
buna benzer durumlardaki pratik buluşlarıyla da bilinen imparator, "niye öyle olsun," der, "tam tersine, her iki durumda da sevinen sen olacaksın. kupayı ya bir takımın kazanacak ya da öteki... ama bizim kazanmamızı daha çok istediğini ben biliyorum..."
o gerçekten müthiş final sırasında da heyecanların en büyüğünü birol nadir yaşamıştır. sonuçta ortaya çıkan tabloya sevinmemek de mümkün değildir. galatasaray, gerçekten de destansı biçimde bu finali kazanıp uefa kupası'nı türkiye'ye götürmeyi başarmıştır.
ilk basımı 2004 yılında olan halil özer'in "galata sarayı efendileri" kitabından;
galatasaray 2000 yılında uefa kupası'nı kazanmıştı. kurallara göre kupa, şampiyon takımın müzesinde bir yıl kalır, bir yıl sonra da uefa kupası finalinde maçın oynanacağı kente getirilir ve yeni sahibine verilirdi. kupa her yıl böyle dolaşır giderdi.
galatasaray'ın kupayı kazanmasının üzerinden henüz bir kaç ay geçmişti. fatih terim takımdan ayrılmış, hakan şükür, emre ve okan gibi futbolcular intei'e gitmişti. galatasaray'ın başına ise romanya'dan mircea lucescu getirilmişti.
o tarihî gümüş kupa ise oradan oraya gezdiriliyordu. aynı yıl şampiyonlar ligi kupası'nı ispanya'nın ünlü real madrid takımı kazanmıştı. ve ne tesadüftür ki hem galatasaray'ın, hem de real madrid'in formalarının ve tüm malzemelerinin sponsoru adidas'dı.
adidas önemli bir reklam fırsatı yakalamıştı. iki takım da avrupa'nın en büyüğüydü. 2000 yazında hem real madrid, hem de galatasaray almanya'nın münih kentinde düzenlenen bir turnuvaya davet edildi. adidas şirketi bu fırsatı kaçırmadı ve her iki kulübün almanya'ya aldıkları kupalarla gelmelerini istedi. adidas şirketi kupalarla bir şov yapmayı planlıyordu.
galatasaray kulübü almanya'ya türk hava yolları ile gitti, gümüş kupayı da yanlarına almışlardı. kupanın uzunluğu bir metreye yakındı ama girişte türk yetkililer hiçbir sorun çıkarmadı. turnuvanın ardından dönüş yolunda işgüzar alman yetkililer kupanın uçağın içine alınmasını sakıncalı buldular. galatasaray kafilesinde yer alan yöneticiler tüm ısrarlarına rağmen almanlara diş geçiremedi. bunun üzerine türk hava yolları yetkililerinden uçaklarda kullanılan beyaz yolcu yastıklarından birkaç tane aldılar. daha sonra da karton bir paket bulup, kupayı içine yerleştirdiler. çevresine de bu yastıkları koydular. kutuyu kapattıktan sonra üstüne kırmızı kalemle hem ingilizce, hem de türkçe "dikkat kırılacak madde" diye yazdılar. paketi kendilerini istanbul'a götüre cek olan uçağın kargosuna verdiler.
yolculuk boyunca hiç kimse kupayı düşünmedi. kupanın rahatı yerindeydi. zaten yanında da yastıklar vardı. hiçbir şey olmazdı.
kafile istanbul'a geldi. bagaj bandından bavullar alındı. kupanın içinde olduğu karton kutu ise alınıp bir kenara konuldu. daha sonra kapak açıldı ama açılmasıyla kapanması bir oldu.
kutuyu açan yöneticiler önce free-shopların önünde bir süre oturup kendilerine gelmeye çalıştılar. pakete bir daha baktılar. hayır doğru görmüşlerdi. koskoca uefa kupası ikiye bölünmüştü. kupa hemen florya'ya götürüldü. olay başkan faruk süren'den uzun süre saklandı. herkes bir çare düşünüyordu. eğer kupa bu haliyle uefa yetkililerine geri verirlerse, bütün avrupa'ya rezil olurlardı. bunu hepsi biliyordu. yönetim kurulu masasında kupa kırılmış yatarken tamir fikri ortaya atıldı.
kupa ertesi gün kapalıçarşı'ya götürüldü. kapı kapı dolaşıldı. tüm kuyumculara tek tek uğranıldıktan sonra bu tamiri gümüşçülerin yapabileceği öğrenildi. iyi bir gümüşçü bulundu. kupayı görünce gümüşçü "bu ne?" diye sordu. adam onun uefa kupası olduğunu hiç düşünmemişti. zaten kupa yol boyunca kimse anlamasın diye paketlenmişti. ayrıca paketi zaten eski gümüşçü olan okkeş polat kapalı-çarşı'ya götürmüştü. gümüşçü tamir etmeyi kabul etti ve birkaç gün sonra gelip almalarını söyledi. çaresiz görevliler kupayı gümüşçüde bıraktılar.
gümüş kupa üç günde tamir edildi. bir sonraki yönetim kurulu toplantısına kupa geri gelmişti. herkes kupayı teker teker inceledi. ancak kırılıp yeniden yapıldığı hiç belli değildi. ardından o gün toplantıda bulunan yönetici celal gürcan espriyi patlattı.
"vallahi eskisinden daha güzel oldu."
olay böylece kapandı. kupanın kırıldığından hiç kimseye söz edilmedi.
kupanın galatasaray'daki devri kapanmıştı. bir sonraki yıl kupanın finalini ingiltere'den liverpool ile ispanya'dan alaves takımları oynuyorlardı. bütün yöneticiler de televizyonlarının başında maçı izliyordu. galatasaray'ın geri gönderdiği, tamirden geçmiş kupa da orada güzel bir kürsüde yeni sahibini bekliyordu.
maç bitti kupayı liverpool kazandı. sıra kupa törenine geldi. ingilizler kupa töreninde sürekli zıplıyorlardı. kupa elden ele dolaşırken galatasaraylı yöneticilerin tümü ekranların başında dua ediyorlardı.
"allahım ne olur şimdi kırılma!"
o sarsıntıda bile kupa kırıldığı yerden kopmadı. törenler bitince herkes rahatladı. ya kupa töreni sırasında kupa kırıldığı yerden ikiye bölünseydı?
kupa hâlâ her yıl yeni sahibine veriliyor. yani o kırık ve hasarlı kupa ülke ülke dolaşıp duruyor. kim bilir belki o haliyle yeniden türkiye'ye gelir.
ergün penbenin maç ile ilgili anısı: "yapı itibarıyla sakin biriyim. maç öncesi soyunma odasında hiç.heyecanlanmadım. o gün doğum günümdü. hocam bana penaltı atmaya gider misin dediğinde de, kendime bir hediye vermek istedim. orada zaten hiçbirimiz ne yaptığımızın farkında değildik. türkiye'ye döndükten sonra ne büyük bir iş başardığımızın farkına vardık. maçta bülent'in sakatlanması, hagi'nin kırmızı kart görmesi vardı, onlardan başka birşey hatırlamıyorum. istanbul'a döndükten sonra o coşkuyu, atmosferi görünce bazı şeylerin farkına vardık" şeklinde konuştu.
ilk basımı 2004 yılında olan halil özer'in "galata sarayı efendileri" kitabından;
gece kıyametlerin koptuğu meydan tam bir ana baba günüydü. ama ortada hiç ingiliz yoktu. bu hayra alamet değildi. her yer sarı-kırmızı. meydanda değil yürümek adım atmak bile zor. sanki ali sami yen stadı'nın çevresi. köftecisinden, dönercisine kadar her şey var. gözler ingiliz arıyor ama etrafta tek tük bayanlı erkekli arsenal taraftarı var. onlar da bizimkilerle hatıra fotoğrafı çektiriyordu. zararsız yani. bu ortama çıkmak için deli olmak gerekir. adam linç olur valla. nereden baksan on bin türk'ün bulunduğu meydanın türkleşmiş halini görünce gazeteciler biraz rahatladı. olay çıkma ihtimalini sıfıra indirdiler. yaşar saygı oradan oraya koşturup duruyordu. vedat hâlâ dün gecenin yorgunu. o da aşağıdaki barlar sokağına gidip, nöbete başlıyordu. yaşar saygı gece olayın çıktığı barın hemen önünde. gazeteci de sırtındaki çantayı meydanda bir bankta oturan cem şengül'e bırakıp yeniden bu barın önüne gitti. türk basınının tümü, bu barın önünde hepsi sokağa adeta kamp kurmuştu. hepsi yerlerde. adamlar zorla kavga çıkartacak. zaten bizim türk basınını iki ülkenin sınırına koyun, ertesi gün savaş çıkar.
cadde ana baba günü. ingilizler ortada pek yok ama bar dolu. içeriden çığlıklar geliyor. ama zararsız. kimi ingilizler sıcak ve sıkışıklıktan dışarıya çıkmış, ellerinde şişeler sohbet ediyordu. ortada en ufak rahatsız edici bir hava yoktu. türk medyasının değerli kişileri naklen yayın araçlarıyla birlikte meydanın sağ tarafında üslenmiş, olay bekliyordu. bu arada bardan dışarıya gelip geçenlerin üzerine bira fırlatılmaya başlandı. oradan geçen herkes kafasına yediği birayla sırılsıklam oluyordu. yine hava gergin değildi, herkes gülüyordu. bu arada geceki saldırgan türk grubu yavaş yavaş bu barın önüne gelmeye başladı. bir ara gazetecinin gözü bir türk'e takıldı. uzun saçlı, esmer bir delikanlı. belli ki azgın, kavga bekliyordu. bardan yaşlı bir ingiliz çıktı. adam daha öğlenden sarhoş. bizim cesur türk, adamın yanına gitti. yaşlı sarhoş adamın suratının ortasına üç tane tokat çaktı.
yaşlı ingiliz şaşkın. hemen barın içine girdi. türk'ün ağzı kulaklarına vardı. "senin de iki tokada ihtiyacın var ya neyse, belanı bizden bulma. ulan ne istiyorsun yaşlı adamdan!" bizim bıçkın delikanlı belli ki almanya'dan, sormaya bile gerek yok. türkçe'sinden belli.
sonra bara bir grup ingiliz daha geldi. bu ingilizlerin üstünde sarılı arsenal formaları vardı. hepsinin yüzleri buz gibi. gazeteci ortadan kaybolan vedat'ı telefonla aradı: "kardeşim istersen buraya doğru yavaş yavaş yürü. burada tehlike kokluyorum." "tamam geliyorum. burası zaten kuru. ama biraz önce yaklaşık yüz kadar ingiliz, sizin oraya doğru değil ama caddeye doğru gitti."
vedat da hemen gelip, yaşar saygı'nın paralelinde yerini aldı. gazeteci de cem şengül'e doğru gidip, "istersen gazeteyi ara. yine bir şeyler olabilir" dedi. cem daha "tamam" demeden, barın oradan bir çatırtı koptu. türkler bir anda meydanın içine doğru hareketlendi. arkalarından ingilizler. ingilizler birkaç türk'ü orada tokatlayıp, caddenin hemen soluna doğru hareket ettiler. meydanın tam karşısında durup beklemeye başladılar. meydan ise birden hareketlendi. binlerce türk meydanın yanına doğru sarktı. aradaki yol sanki birden sınır olmuştu. artık bir şeyler geliyordu. herkes durumun farkındaydı. bir tek polis farkında değildi. ama bu kez ingilizler öyle dayak atılacak gibi değiller. polis meydanın önüne gelerek küçük bir barikat kurdu. iki taraf arasında yaklaşık 20 metre var. basın mensupları da polisin yanında. ingilizler bira şişelerini havan topu gibi galatasaraylı taraftarların üstüne atıyordu. aynı şekilde bizimkiler de karşılık veriyordu. ancak ingilizler yerlerinden bir türlü kıpırdamıyordu.
gazeteciler tetikte bekliyordu. tenis maçı gibi bir onlara bir ingilizler'e bakıyorlardı. vedat yanına geldi. "bence dikkatli ol. bu herifler bir şeyler planlıyor. bunlar böyle beklemez. beklerse bir şey var demektir. ben çok şüphelendim. biz hazır olalım" dedi. vedat sonuna kadar haklıydı. hemen yaşar saygı'yı da uyardılar. o da bizden daha tecrübeli olduğu için durumun farkındaydı. bütün türk basını birbirini uyararak hazırlandı sanki sessiz bir alarm çalınmıştı. çünkü holiganlar bu tür kavgalarda öncelikle basma saldırırdı. o yüzden herkes kendini bir şekilde korumak için önlem almaya başladı. tabii kavga ederek değil, en kısa yoldan kaçarak. gazeteciler organize olmaya çalışırken meydanın kenarında bekleyen türkler'i de bir yandan uyarmaya çalışıyorlardı. "beyler dikkatli olun." tabii kimse ilgilenmedi. herkes güldü geçti. o anda ingilizler'in hemen önünde toplanan türklerin arka tarafında bir hareketlenme oldu. tüm türkler öndeki ingilizleri bırakarak, arkaya doğru döndü. şöyle bir yükseğe çıkıp arkaya doğru baktı gazeteci. "aman allah!"
yaklaşık 300 kişilik bir ingiliz grubu "yaaaaaaa" diye bağırıp meydanı dolduran türklere bodozlama daldı bir anda büyük bir panik yaşandı. ön taraftaki türkler otomatikman arkaya doğru koşmaya başladı. bu büyük bir hata oldu. caddenin önünde bekleyen, hareketsiz gözüken diğer ingilizler aynı çığlıkla bir anda caddeyi geçti ve yine bizimkilere daldı. ortalık toz duman. bir anda herkes birbirine girdi. kadınların, çocukların çığlıkları, tekmeler tokatlar... meydandaki kafelerin sandalyeleri, masaları havada uçuşuyordu. polis aynı yerdeydi ama izliyordu hem de heyecanla. adam böyle bir şey görmemiş ki. iki ingiliz grubu meydanın ortasında bir anda birleşti. bizimkiler meydanın dört bir yanına dağıldı. sarı - kırmızıdan geçilmeyen meydanda bir anda kimse kalmadı ingilizlerin dışında. meydanın ortasında bekleyen ingilizlere bir grup daha katıldı. yaklaşık 600 kişi meydanın ortasında toplanıp beklediler. gazeteci bir duvar kenarına çekilip kendine iyi bir seyir yeri kaptı. vedat ile yaşar saygı en ön cephede. bir yandan onları takip ediyordu, bir yandan da ingilizleri. o anda meydanın yan köşesinde mavi t-shirtli bir genç gördü. aynı filmlerdeki gibi eliyle bir takım işaretler yapıyordu. sonra daha dikkatli bakınca hemen karşıda ve onun elli metre yanında aynı t-shirtleri giymiş birkaç kişi daha var dı. hepsi meydandaki ingilizlerle işaretleşiyordu. ama kimse onların farkına varamadı. bu kişiler kavgaya bir an bile girmedi. hep dışarıdan izlediler. ingilizler meydan köşelerinde biriken türklere doğru saldırmaya başladı, inanılmaz bir görüntüydü. adamlar yakaladıkları türkleri neredeyse linç edeceklerdi. bütün türkleri meydandan sürdüler. onbeş dakika boyunca meydanın her köşesine saldırdılar. tam bir gerilla savaşı yapıyorlardı. meydanda artık tek bir türk yoktu. grup daha sonra habercilerin bulunduğu naklen yayın arabalarına saldırdı. orada bulunan türk taraftarlar hemen arkada ki belediye binasına sığındılar. allahtan kapıyı açtılar.
haberciler ise hiçbir yere kaçamadılar. bir haberci kız naklen yayın arabasının önüne yatmış korkudan kasıla kasıla ağlıyordu. iri yarı bir ingiliz yanına geldi. şöyle bir baktı. kızın poposuna bir tokat atıp oradan ayrıldı. gazetecinin gözü bir ara mehmet ali birand'a takıldı. koca adam kendini yere atmış, sığınacak yer arıyordu. grup cnn türk'ün arabasına saldırdı. minibüsün kapısı tam zamanında kapandı. adamlar neredeyse minibüsü devireceklerdi. bu arada yerdeki bütün kabloları kopardılar.
insan kendine yediremiyordu olanları. gerçeği söylemek gerekirse bizi o meydanda perişan ettiler. 500 kişi, binlerce insanı neredeyse falakaya yatırdı. bizden de direnen çoktu. ancak dikkat edildiğinde direnenlerin ve dişe diş kavga edenlerin çoğunun istanbul'dan gelen gençler olduğu gözüküyordu. almancıların hiçbirisi ortada yoktu. bizimkiler de organize değildi, ortada kişisel birkaç çaba vardı ama o da yeterli değildi. bir ara birkaç ingiliz bizim gazetecilere saldırdı. leeds'de sigara içtiği için laf yiyen gazeteci harun arslan, bir tanesini yere yatırmış kafasına bisiklet indiriyordu. daha sonra meydanın ortasında orta yaşlı bir adam gördük. elinde bir kemer vardı. öğrendiğimize göre oğlu da yanındaymış. koca adam tek başına savaştı. kemeriyle kafa göz yardı ama garibanın yemediği kalmadı. daha sonra bu gözü karanın fotoğrafı bizim gazetede çıktı, istanbul'a döndükten sonra fotoğrafını görünce bizi aradı. hikayesi çok ilginçti.
"oğlumla tivoli parkından çıktık. elimizde dondurma vardı. meydanın halini gördük. ingilizler bizimkileri dövüyordu, ilk kez yurt dışında bir maça gidiyorum. bizim oğlan gaza geldi. 'baba bizimkileri dövüyorlar. hadi dalalım' dedi.
ben koca adamım. ama oğlan diretiyor. türklük adına hücum baba' diye bağırdı. 'hadi ulan' deyip ben de daldım. adamların ellerinde şişeler var. bende bir şey yok. hemen kemeri çıkardım, daldım kavgaya. adama vuruyorsun, vuruyorsun gülüyor. şaşırdım kaldım. üç tane kaburgam kırıldı. hay gitmez olsaydım" ama olsun delikanlı bir kavgaydı. bıçak korkusu, tabanca korkusu hiç yoktu. bire bir, teke tek. bu yaşımdan sonra herhalde böyle bir şey yaşayamam bir daha. bunun gibi birçok görüntü vardı meydanda. orada bulunan türkler yavaş yavaş organize olmaya başladı. ama yetersizdi. bir ara galatasaray amigosu sebo geç de olsa bir grup toplamıştı, ingilizlere saldırdı. meydanda dalacak yer arayan ingilizlere sol kanatlarından girdi. kurt sürüsü sebo'nun grubunu görünce geri döndü. geri dönen grup gazetecinin üzerine doğru geldi. o anda fark etti. ingilizlerin başında leeds'deki cenazeye gelen o iri kıyım adam vardı ama üzerinde arsenal forması bulunuyordu. tam bu sırada bir çığlık duydu.
o kargaşada bile bu çığlık açıkça duyuldu. gazeteci kafasını çevirdi. show tv'den bahri havadır gazeteciye gel diye işaret ediyordu. yine bağırarak "gel öleceksinnn!" dedi. gazeteci kafasını çevirdi, iki grubun tam ortasındaydı. herkes ona doğru geliyordu. gazeteci hayatının koşusunu yaptı. bu arada sebo'nun grubu dağıldı. çünkü sayıları çok yetersizdi. gariban sebo bir anda tek başına kalıverdi. ama doğrusu iyi direndi. ingilizler tekrar meydanın karşısına geçip caddeye çıktı. orada öyle durup beklemeye başladılar. tüm bunlar olurken polis yine seyirciydi.
bu arada meydanın karşısında bulunan kafedeki müşteriler dışarıda bulunan masalarında bir yandan kahvelerini içiyorlar, bir yandan da olayları izliyorlardı. para versen böyle film izleyemezsin. gazeteci onlara gıptayla baktı... bırak kahveyi su diye inim inim inliyordu garibanlar, ingiliz grubu bir anda sağa doğru dönüp o kafeye doğru aynı çığlıkla saldırıya geçti. sanki normandiya çıkarması.
kafeye öyle bir daldılar ki kim var kim yok dağıldı. kahveciler bir anda telef oldu. en çok yaralı da o kafeden çıktı. kafenin sahipleri hemen kapıları kapayınca dışarıda kalanların yemediği dayak kalmadı. ingilizlei'de hiç acıma yoktu. yerde yatanların kafasına kafasına vuruyorlardı. gazetecinin gözü yerdeki bir sakallıya takıldı. adam belli ki türk. öyle vuruyorlardı ki kesin öldü diye baktı adama. sonradan bu kişinin aykut ışıklar olduğunu öğrendi. o sırada arka taraftan türk taraftarlara takviye kuvvetleri geldi. sebo yeniden ortalığı toparladı. onlar da kafeye daldı. kafe tam bir can pazarı haline geldi. takviye kuvveti daha güçlü çıktı. iki ingiliz'i yakaladılar. diğerleri de tam tornistan geri gitti. o iki ingiliz ışıklar'dan beter oldu. olayı izleyen gazeteciler bile öylesine doldular ki kavgaya karışmamak için kendilerini zor tuttular. gazeteciler meydandan yavaş yavaş ayrılıp polisin yanma doğru gittiler. o sırada polisler megafonu alıp kendi dillerinde bir şeyler anons ettiler. bir danimarkalı gazeteci söylenenleri tercüme etti. anons sis bombası atılacağını bildiriyordu. ama sadece kendi vatandaşları için uyarı yapıyorlardı. bir anda polis, bombaları meydana doğru fırlatmaya başladı. gazeteciler polisin yanında olduğu için rahattı. ama ne hikmetse o anda şiddetli bir rüzgar çıktı. hem de polislere ve gazetecilere doğru. meydan bombalarla dağıldı ama gaz bombalarının oluşturduğu sis perdesi rüzgarla gazetecilere doğru geliverdi. bir anda herkesin gözü cayır cayır yandı. kaçacak delik yok. arkalarındaki otele gittiler. adamlar olaylar nedeniyle kapıyı kapamışlar. gazeteciler kapıya yapışıp bağırmaya başladılar.
ne gezer açan yok. adamlar pis pis gazetecilere bakıyordu. bu arada içeride türk müşteriler var. gazetecileri tanıyınca hemen otel görevlilerinin boğazlarına sarıldılar. içeride de bir arbede yaşandı. ama türkler sonunda gazetecilere kapıyı açtırdılar. herkes içeriye tuvalete koşup yüzlerini yıkadı. ama gözdeki acı hemen geçti. bu işlerde tecrübeli haberciler daha sonra bombaların light gaz bombası olduğunu söylediler. bizim polisin bombası olsaymış, saatlerce kimse kendine gelemezmiş.
yaklaşık onbeş dakika sonra herkes yeniden dışarıya çıktı. sahne savaş filminin, savaş sonrası sahneleri gibiydi. her yer yaralı doluydu. ambulansların biri geliyor, biri gidiyordu. gazeteci hemen arkadaşlarını aramaya başladı. neyse ki vedat sağ salim oradaydı. makinesindeki fotoğrafları kontrol ediyordu. ama yaşar saygı bir köşede kıvrılmış ağlıyordu. sis bombaları tam tepesinde patlamış. dolayısıyla herkesten daha fazla etkilenmişti. görüntü almak zorunda olan tüm haberciler perişan halde yerlerde yatıyordu. kimi sopa yemiş, kimi yumruk yemişti. ama herkes birbirine yardım ediyordu. orada bugüne kadar basının kendi arasında hiç yaşamadığı bir dayanışma vardı. herkes birbirine yardım ediyordu.
o anda yağmur başladı. öyle böyle değil. tam bir sağanak. bir bu eksikti. bir anda sucuk gibi oldu herkes. meydan terk edilmiş gibiydi. ambulansların biri geliyor, biri gidiyordu. belediye binasına sığman türkler yavaş yavaş ürkek gözlerle dışarıya çıkmaya başladı. danimarkalılar da şaşkın bir şekilde savaş sonrasını izliyorlardı. tam o sırada iki yüz kişiden oluşan bir türk grubu geldi meydana. bunlar yeniydi. ellerinde bıçaklar ve sopalar slogan atıyorlardı. bazıları şişelerle dükkanların camlarını kırmaya çalışıyorlardı, ingiliz avına çıkmışlardı. ama ne çare ki artık ortada tek bir ingiliz yoktu. belki de çoktan maça gitmişler ya da bir barda durum değerlendirmesi yapıyorlardı. kim ne derse desin. bu olayda ingilizler türkleri bal gibi dövdüler. hem de iyi bir benzettiler. ancak bu olaydan hemen sonra yine olaylara katılan birkaç ingiliz'in konuşmasına şahit oldum. adamlar sağ olsunlar bizim de hakkımızı verdiler. konuşma aynen şöyleydi: "son yıllarda katıldığım en iyi olaydı. türkler de iyiydi. iyi savaştılar doğrusu. bize hiç kimse böyle direnememişti."
daha sonra anlatılanlara göre bu olay danimarka'nın ikinci dünya savaşı'ndan sonra gördüğü en büyük toplumsal olaydı. kopenhag polisi bir daha ingilizlerin ya da türklerin bulunduğu bir finali almamaya tövbe etti. meydandaki kafelerin zararları belediye tarafından ödendi. yaralı ve tutuklular ekim ayına kadar ülkeden ayrılamadılar. kopenhag belediyesi orada yaşayan türk basın mensuplarına şu uyarıyı yaptı: "bu meydan tivoli meydanı değil. yanlış yazıyorsunuz. burası belediye meydanı. tivoli'nin adı lekelenecek."
ingilizlerin bulunduğu bar yaklaşık onbeş gün kapandı. danimarka polisi 15 mayıs 2000 tarihinde yaşanan bu olayların tümünü görüntüledi. söylenenlere göre bugün bile hâlâ polise ders olarak gösteriliyormuş ve danimarka polisinin yapısı bu olayla daha farklı bir hale gelmiş. yaralılar arasında yaşlı adamı döven türk de vardı. yaşar saygı ve vedat danacı birbirinden güzel sayısız fotoğraf çekti. hepsini gazeteye gönderdiler. ama gazete yabancı ajanslardan gelen fotoğrafları kullanmayı tercih etti. bu hepimizi çok üzdü. çünkü adamlar canlarını tehlikeye attılar, ama masa başındakiler fotoğrafları es geçtiler.
uefa iki kulübü de çok sert bir şekilde uyardı. hatta kulüplere çektiği gizli mesajda bir daha bu tür olayların meydan gelmesi halinde iki ülkenin de uzun yıllar cezaya çarptırılacağını bildirdiler.
kopenhag olaylarının son tutuklusu ise çarpışmadan iki yıl sonra kopenhag hapishanelerinden türkiye'ye geri gönderildi. ilk gece yaralanan arsenalli taraftar ise maçtan sonra yine arsenal'in özel uçağı ile londra'ya geri döndü.
16 mayıs 2000 galatasaraın final maçına 1 gün var ve ben barbaros bulvarında yürürken kaldırımdan inmek üzereyken bir arabanın ayağımın üzerinden geçmesiyle kendime geldim. ve ne yazıkki ertesi gün maçın oynandığı saatlerde ameliyattaydım ..ama narkozun etkisine rağmen hayal meyal maçı hatırlıyorum... işin en kötü yanı maçtan sonraki kutlamalar taksimde yapılacaktı ve ben 2 gün öncesinde taksimde bayraklarla sokakta kutlama yapmanın hayalini kurarken yine taksimde alman hastanesinin bir odasında ozaman beşiktaşın klup doktoru olan ameliyatımı yapan doktorumla birlikte maç kritiği yaparak kutluyordum.. :( ayağımın acısından çok dışardan gelen o tezahüratları duyupta yerinden kalkamamak orada olup o heyecanı yaşayamamak dokunmuştu. bütün gün ağlamıştım üzüntümden haberi duyupta ziyaretime gelen herkes elinde bi bayrakla geliyordu hastane odasını bayram yerine çeviren arkadaşlarımın yaptığı jesti hayatım boyunca unutamam herhalde.. :)