söz aykut'a gelmişken yaygın bir hatayı düzeltmekte de fayda var. fenerbahçe, 1996 mayıs'ında trabzon'u yenerken kader golünü aykut atmış ve ardından, iki hafta boyunca, hem statlar hem sokaklar inlemişti: "nasıl koydu aykut kocaman, kocaman, kocaman o oo!" çoğu kişi bunu özgün eser zannetmişti. oysa ortada aykut'un soyadının kocaman olmasından gelen bir tesadüf vardı ve özgün yapım haftalar önce beşiktaş tribününden çıkmıştı: "ali şen'in g.tü kocaman, kocaman, kocaman o oo!"
ali şen'in yeniden sahne alması, fenerbahçe tribünleri için de, rakip tribünler içinde başlı başına bir malzemeydi zaten...
ilk basımı 2008 yılında olan harun çelik'in "bize her yer trabzon" kitabından;
bir maç için tüm şehir esnafının kepenk kapatması... yaşlı hacıların, cepheye giden askere istihkak sağlarcasına gençlere istihkak vermesi... amerika'da rastlanılan bir bordo mavi binanın peşine düşülüp hemşeridir diye müteahhi-tinin aranması... bir şehrin, takımının ardında sıradağ gibi durması... bir ninenin "takımın hakkını yedirmeyiz" diyerek baston sallaması... işte bunların hepsinin toplamıdır trabzonspor ne mutlu ki trahzonsporluyuz. birhan emre yazıcı fnın kaleminden okuyalım.
"ula niye kepenk kapayısınız, darbe mi oldi?"
4 mayıs 19996 cumartesi günü... trabzon için bambaşka bir gün... şaka maka da değil haa! trabzonspor şampiyon olacak, önünde kalmış bir tek zor maç, o da fener'le... eeee zaten ezeli rakip... bir de o dönemde ali şen'in pompasıyla kükreyen basın fener şampiyonluğu kaybediyor diye çıldırmakta... tabii ki hal böyle olunca basın, polis, jandarma hepsi tetikte. trabzon kaynıyor. milletin ağzındaki tek laf ertesi günkü maç... babam o sene trabzonspor'da yönetimde... ofiste bütün ekip oturmuşuz iş yapmak ne mümkün... bütün mevzumuz trabzon'un yarın fener'le yapacağı maç... ofisteki ağabeylerimizden biri saatine baktı: "uşaklar hadi la olum saat geldi, uçak inecek birazdan, anca gideriz." dedi. ofisi kapattık gidiyoruz fenert karşılamaya... bu çetin günde her cephede trabzon'a destek verme zamanıdır. hele ki istanbul basını şehri kriminoloji laboratuarına çevirmişken... derken boynumuzda atkılar aşağıya indik. indik de gardaşum, millet kepenk kapatıyor! sorduk tabi: "laaa hayırdır, ne yapaysınız, nedir la olum kepenk kapaysınız, darbe mi oldu?" cevap: "laaa gidiyriz daaa yolcularımız geliy istanbul'dan! gülüşmeler... sorduk gene: "eeee tamam da yolcular trabzon'a gelmeyimiş ki, rize'de konaklayacaklarmış... ve cevap: "biliyruk onu da belki eşluk ederuk onlara rize'ye kadar. rize trabzon arasındaki ana yola beton duvar döktüğümüzü de anlatmak isterim de, bu kitabın editörü yazımı eler diye o fasıla hiç girmiyorum. ama siz anladınız onu?
istihkak dağıtıyrum...
tabii bu arada unutulmayacak bir başka şey de şuydu. maçta satılan leblebiyi, çekirdeği bilirsiniz hepiniz. koca çuvallarla getirilir, 1 liraya satılır gazete kâğıdında. 4 mayıs günü özel bir gün ya, tabii bugün esnaf hayır da işlemeli... yarın maç var ve tüm şehrin kalbi tek ritimde atıyor.
havalimanının orada bir hacı amcayı önünde bir çuval leblebiyle beklerken görünce sorduk: "amca leblebilerin kaç para?" cevap: "ula ne parası uşağum... istihkak dağıtıyrum. sen almadun mu?" şaşkınlıkla devam ettik: "la amca bu ne istihkakudur?" cevap: "la torunum hayır yapayrummm..." yaşlı bir hacı amcanın, şehrinin takımı yarın şampiyonluk maçı oynayacak diye istihkak dağıtmasındaki ruhu anlayabilene zaten anlatılacak başka bir şey kalmıyor.
amerika'daki bordo mavi binanın müteahhidini bulmaya çalışmak
doğma büyüme trabzonluyum, "trabzonspor" demeyi ankara'ya üniversite eğitimim için geldiğimde öğrendim. yıllarca zihnimize "trabzonspor = trabzon" diye kazınmış. ailemizden biri olmuş... yani adam babasına çok saygı duyar ama kendisine "sayın baba" demez... belki bu yüzden "trabzon"a, "trabzonspor" demeyi hiç sevemedim...
düşünmiyrum uşağım, bağırıyrum
trabzon'un canı bir keresinde de cem papila tarafından yıkılmıştır. ve haksızlığa tarih kitaplarna geçecek olan 50 bin kişilik bir yürüyüşle cevap verilmiştir... buna yürüyüş denmez gerçi, bu bir dik duruştur. haksızlığa karşı ayaklanma, karadeniz'in bir köşesinde duran sadece fındığı, çauı ve trabzonspor'u olan bir şehrin efendice yaptığı dik duruştur.
o günü çok net hatrlıyorum. trabzonspor bayrağı sırtımda, pelerin gibi asılı... az ilerde diş hekimi arkadaşım yürüyor... sol tarafıma bakıyorum istanbul'da çalışan meslektaşım endüstri mühendisi murat... soruyorum: "la ne yapaysın burada?" cevap: "içime sığdıramadım gardaşum, atladım uçağa geldim..."
allah'ım sanki dünyanın kalbi bugün trabzon'da atıyor... trabzon'da her yer kapalı... herkesin elinde bordo-mavi bayrak, herkes sanki önceden çalışmış, defalarca prova yapmış gibi tek ağızdan slogan atıyor... tüm esnaf sokakta... mimarı, doktoru, öğretmeni, işçisi, imamı, esnafı bugün herkes trabzonspor için omuz omuza. şu küçük şehirde 50 bin kişi tek yürek, bağırıyor bir ağızdan...
az ilerde yaşlı bir teyze... yürümekte zorlanıyor, beli iki büklüm, elinde bastonuyla gelmiş, üstünde bordo-mavi atkı... belli ki atkı torununun... bağırıyor: "haggumuzu yedirmicukkkk cemmm uşağummm." kamera geliyor hemen yanma soruyorlar: "teyze neler düşünüyorsun?" cevap: "düşünmiyrummmm uşağum bağırıyrum.. bağırıyrum çünkü canımızzz yaniiiiyyyü!"
eli bastonlu, beli bükülmüş yaşlı ninelerin "hakkımızı yedirmeyiz uşağum!"' diye bağırışıdır trabzonspor.
ilk basımı 2008 yılında olan harun çelik'in "bize her yer trabzon" kitabından;
futbol her zaman coşku ve zafer demek değildir. hüzünler de karışır bazen işin içine. bu hüzne bir de çocuk yüreğinin hassasiyeti eklenirse, dokunaklı tablolar oluşur. çocuklarımız, onlar bizden daha tutkuludurlar trabzonspor 'a... ömer faruk yılmaz'ın kaleminden, taş ile değil soğan ile kırılan kahve camının hikâyesini okuyalım.
taş ile değil, soğanla kırılan kahve camı...
servis camlarından sarkıp yoldan geçenlere takımlarını sorardık arkadaşlarla, herkes kendi takım taraftarlarını sayardı. ben hiç birinci olamamıştım. koca istanbul'da rastlayamıyordum bir türlü trabzonsporlu'ya...
- abiii hangi takımlısın?
- cimbom
- tüüüü! yuuuu...
- abi hangi takımlısın?
- trabzonspor.
- çak abi çak!..
birçok kez servis şoförümüz hüseyin abiden azar yerdim düşücem diye ama yuu dediğimiz insanların servisin peşinden koşmalarıydı asıl sebep aslında. "benim başımı belaya sokmayın oğlum" derdi.
gene o gün, gene o yıl... 96... akşam olmuş. vanspor'a yenildiğimiz maç sonrası fener maçımız var. ben ödevlerimi yapıyorum. dedem ise fenerbahçeliydi bu arada. çok kavga ederdik onunla bu sebepten dolayı. maç saatinden önce dedem namaza gidecekti ve muhabbetimizde bugün fener'in trabzonspor'u yeneceğini söylemişti.
ben anneme yalvarıyorum:
- anne ne olur dedemi camiye gönderme. o dua eder şimdi orada, yeniliriz.
tabi dedem camiye gidiyor, oradan da maçı izlemeye, ben ise televizyonların sağ üst köşesinden takip ediyorum sevdamın maçını...
trabzonspor golü atınca balkonumuzun karşısındaki kahveye çıkıp bağırıyorum var gücümle, oradakilerin morallerini daha fazla bozuyorum kendimce, içimdeki hıncı, hırsı dışarı vuruyorum belki de...
ama o dünyanın en zehirli golleri geldikçe ben çöküyorum, sevdam 10 yıl geri gitmeye başlıyor. maçın şampiyonluk maçı olduğunu bilmiyorum ama durdurmalıyım.
engellemem lazım yenilgiyi...
ve son düdük çaldığında kahvede bir sevinç var, yediremiyorum kendime çıkıyorum balkona avazım çıktığı kadar bağırıyorum. olmuyor. etkili bir şeyler yapmam lazım. gözüm köyden gelmiş patates ve soğan çuvallarına ilişiyor. seçtiğim soğan ve patatesleri fırlatıyorum var gücümle ama olmuyor. yetişmiyor. son bir gayretle bir soğan daha fırlatıyorum kahveye doğru. tek isteğim orda sevinenlerden birinin kafasına gelsin o sebze.
ama hedefi tam 12'den değil de 61' den vuruyorum. kahvenin büyük camı, çok kesici bir sesle çöküyor. kahvede muazzam bir sessizlik. bense balkonun demirlerinin altından yaptığım işin şokunu atmaya çalışıyorum. ve meraklı gözlerle de izliyorum. ağlamak geliyor içimden ama o kadar adrenalin dolmuşum ki bekliyorum balkonda...
kahvedekiler sevinmeyi bırakıyor, şüpheli gözlerle etraflarına bakıyorlar. artık sevinme yok. görevimi çok iyi bir şekilde yerine getirdim fakat içim içimi yiyor. şimdi ne olacak???
tam bu arada valide hanım balkondan içeri giriyor. bakışlarımdaki suçluluğu hissediyor. ve aşağı bakıyor, aşağıda büyük sessiz bir kalabalık...
- ömer ne yaptın? - bişe yapmadım anne... - aşağıda ne olmuş? - bilmiyorum.
sabah erken saatler babam anlatıyor:
- dün kahvenin camını indirmiş bizimkiler kaşla göz arasında maç sonrası, sen bişe duydun mu hanım?
- yok duymadım. ama gördüm akşam. baya bi kalabalıktı orası. silahla mı indirmişler?
- yok soğanla.
ben bu arada gömülüyorum masanın içine. çöktükçe çöküyorum. annem anlıyor tabi. ağzımdan lafı balla alıp, sopayla sokuyorlar. babam da gidip kahveciyle konuşuyor bole bole olmuş diye, helalleşiyorlar.
servisteyiz... - abi hangi takımlısın? - boşver be abisi... - anladım ben abi, anladım....