ilk basımı 2004 yılında olan halil özer'in "galata sarayı efendileri" kitabından;
yer izmir. yıl 1988. galatasaray tarihinde ilk kez avrupa kupalarında yarı finale gidiyordu. monaco ile oynanacak maça henüz bir ay vardı. devre arası kampı antalya'da sonra, izmir'de yapılacaktı. takım izmir oteli'nde kamptaydı. o zamanlar gazeteciler hep aynı otelde kalırdı. bugün ise yanına bile yaklaşamıyorlar. alt kat futbolcu üst kat gazeteci. takımda o zaman birbirinden ilginç tipler vardı.
hele arif kocabıyık... adam tam bir belaydı. her maçtan sonra leyla adalı'nın sıcak yatağında alırdı soluğu. adalı yedirdi, bitirdi o çocuğu. ama o da yemeye bitmeye hazırdı. hayatı değişti. futboldan koptu gitti. pembe günler çabuk bitti. boşlukta sallandı. ondan en son haber aldığımızda, izmir'de bir kahvede çalışıyordu. adalı ise yine istanbul'daydı.
o günlerde takıma pek giremiyordu. teknik direktör mustafa denizli, takmıştı kafayı arif'e. antrenmanlara bile leş gibi içki kokusuyla gelen arif de içten içe uyuz olurdu denizli'ye.
gazeteci o gece lobide oturuyordu. çevresinde birkaç futbolcu vardı. birisi de arif. arif gazeteciye işaret etti.
"baba sen kaybolma. sana bir şey söyleyeceğim."
"tamam ağabey"
o zaman gazeteci tam çömez. futbolcuların hepsi birer ağabey. ortalıktan el ayak çekilir. arif gazetecinin yanına gelir.
"bak oğlum. bu herif beni kesiyor. hep kendi adamlarını, prenslerini oynatıyor. eğer onun adamıysan bu takıma girersin. ben onun adamı değilim. ben delikanlıyım. allahına kadar. bunu yerim ben. burada torpil işliyor. yaz bunları. torpilci denizli"
"bak yazarım."
"tamam kardeşim. yaz. ama ismimi verme"
o zamanlar çok rağbet vardı. gizli futbolcu konuşur, ortalık ayağa kalkardı. ama milliyet'te pek yapılmazdı böyle haberler. gazeteci, şansal büyüka ile konuşur. o zamanlar milliyet'in spor müdürü şansal büyüka. o da dudak büker, "ama... yaz bakalım. bir de biz yapalım.' der. gazeteci döktürür. ertesi gün manşet.
gazeteci otelde henüz uykudadır. sabah atatürk stadı'nın 1 no'lu antrenman sahasında antrenman vardır. telefon çalar. telefonda o zaman hürriyet'te çalışan bahri havadır:
"aman inme. hoca seni arıyor. ağzından köpük çıkıyor."
yapma ya
arkadan bir garson ve bir de resepsiyoncu:
"aman ağabey inme. burada olay var. yorganın altına gir. hoca sizi öldürecek."
"kardeşim bu ne şiddet."
"valla bilmem ağabey."
yorganın altına girmedi gazeteci ama aşağıya da inmedi. takımın antrenmana gitmesini bekledi. bir süre sonra da otelden çıktı. ama gümbür gümbür bir kalp.
sanki denizli kapının arkasına tuzak kurmuş gibi geliyordu.
neyse ki ortalık süt liman.
resepsiyoncu çocuklar gazeteciye, "vah vah" diye bakıyordu. izmir'de herkes tanır denizli'yi. gazeteci de yakından tanır.
altay'da oynardı. babası iflas edince istanbul'a gelmiş, futbolu bırakmıştı.
denizli ile yan yana bile oynamıştı. orada puta tapılır gibi tapılırdı ona. gazeteci bir gün altay'ın yemekhanesinde ballı yoğurt yerken, içeriye denizli girmişti. bir futbolcu da kalkıp "dikkat" çekmişti. adam asker mi, general mi, futbolcu mu, kulübün sahibi mi belli değildi.
birgün denizli nasıl olduysa cezaya çarptırılmıştı. gençlerle antrenmana çıktı. gazeteci kendini gösterecek ya, bir tekme vurup yıkmıştı koca denizli'yi. aman allah o ne surat. eli havaya kalktı, tam inecek "s...tir ulan buradan" ile kurtuldu. gençlerin hocası bile gidip özür dilemişti denizli'den. dışarıda antrenmanı izleyenler o gün gazeteciye hayretle bakıyorlardı. antrenman sonrasında "işte şu çocuk denizli'ye tekme attı" diye parmakla gösteriyorlardı. çünkü ona dokunmak bir tabuydu.
işşte böylesine bir yazı. hem de izmir'de. adam alışmamış böyle şeylere. yazıyı gördü cinler toplu halde geldi. antrenman tesadüfen gazetecinin denizli'ye tekme attığı antrenman sahasındaydı. gazeteci bütün cesaretini toplayıp, antrenmana gitti. kedi gibi saha kenarına süzüldü. futbolcuların hepsinin gözü faltaşı gibi açılmıştı. bahri havadır tedirgin bir şekilde yanma geldi.
"git lan manyak mısın. niye geldin?"dedi.
bu arada sahadan bir ses. arif en önde bağırıyordu.
"kardeşim. kim bu pezevenk? sen nasıl yazarsın böyle bir şey? yakarız seni lan!"
gazeteci şaşkın şaşkın arif'e bakıyor. içinden gelmedi de değil.
"sen söylemedin mi lan. ne bağırıyorsun?" diye söylemek olanı biteni. ama hiç sesini çıkartmaz.
adam resmen oynuyordu. diğer futbolcular yandın, öldün işaretleri yapıyordu. o sırada denizli gazeteciyi gördü ve yanına geldi. yüzü kıpkırmızı.
"beni otelde bekle!"
gazeteci çaresiz. kaçış yok. yüzleşmek zorunda. otelde bekledi. takım yemekte. gazeteci lobide. sonra denizli çıktı. gazetecinin yanına geldi. yakasından tutup merdiven altına çekti.
"bu ne kuvvet!"
gazeteci havada denizli'ye kuzu gibi bakıyor. çocuk gitti gidecek.
"bak oğlum bunu sana kim söyledi, bana anlatacaksın. seni yakarım. seni yukarıda futbolculara linç ettiririm. seni dövdürürüm. gebertirim!"
galiba sıra işkenceye geliyordu. o sırada ergun gürsoy girdi araya. gürsoy o sıralarda yöneticiydi ve futbol şubesi'nin sorumlusuydu. ne de olsa hepsinde bir şansal büyüka korkusu var. bir duysa hepsini yakar.
"yapma hocam. bırak şunu."
gazeteciyi hocanın pençelerinden zor kurtardı.
denizli hışımla yukarıya çıktı. futbolcuları toplayıp başladı bağırmaya.
"kim söyledi bunu. şimdi ortaya çıkacak bu kişi."
kimsede çıt yok.
sonra arif çıktı ortaya.
"arkadaşlar bu hepimizin onuru. kimse çıksın bu kişi. ayıptır ya! bu hocaya yapılır mı?"
herkes şaşkın. çıt yok. denizli küfür ederek odasına çıktı. o gün arif den bir tek rambo yusuf şüpheleniyordu ama hiç sesini çıkarmadı.
olay öylece kapandı.
gazeteci asla söylemedi arif'in ismini. denizli onunla uzun süre konuşmadı.
ilk basımı 2004 yılında olan halil özer'in "galata sarayı efendileri" kitabından;
monaco ile ilk maç geldi çattı. denizli hâlâ küstü. takım monaco'da kentin tepesindeki vista palas'da kalıyor. gazeteci yine otelde. ama denizli'nin yanına bile yaklaşmıyordu. korku eski korku. dışarıda yürürken denizli de dışarıya çıktı. gazeteci kaçmak için tam harekete geçerken, denizli onu durdurdu. gazeteci ile havadan sudan konuştular. o konuyu hiç açmadı. barış çubukları tüttürüldü. ama gazeteci şüphe içindeydi. durup dururken bu barış neden diye soruyordu kendine. denizli sonra otele girdi. ardından yardımcısı ahmet akçan çıktı ve gazeteciyi içeriye çağırdı. "yine ne var ya. tam barışmıştık!" denizli lobide oturuyordu. "makinen yanında mı?"
"evet hocam." 'tamam o zaman ahmet akçan gazeteci kılığına girecek, monaco'nun antrenmanını izleyecek. makineyi ona ver." "ben hayatta vermem makinemi. ben de gideyim. onun foto muhabiri olurum." "tamam ama bunu yazmak yok." "tamam hocam."
monaco tüm kapılarını kapamıştı. kimseyi içeriye almıyordu. denizli "gazeteci girer" diyordu ama onları bile almıyorlardı. neyse akçan kıyafetini değiştirir, gazeteci ile yola koyulur. grace kelly'nin öldüğü yere yakın olan monaco'nun tesislerinin kapısına dayandılar. ama içeriye alınmadıklarından plan da bir anda suya düştü. akçan yılmaz:
"o zaman biz de gizlice izleriz," diyerek sorunu çözdü. tesisin yan tarafı dik bir yamaç, alt tarafı ise araba hurdalığıydı. antrenman sahası ise hemen üstteydi. dik yamacın tırmanma mesafesi 200 metre kadardı.
tırmanmaya başladılar. zemin oynak bir kum, sürekli kaydılar. tam tepeye varmışlardı ki, bir ses duydular. önlerinde ağaçlık bir yol uzanıyordun ayaklar gözükür yolun- üstünde, kramponlu ayaklar... monaco'lu oyuncular önlerinden geçiyordur. müthiş ikili tam siper yatarlar. bu arada ayakları kumda kaymaya başlar. aşağıya düşecekken son anda ağaçlara tutunurlar. yüzlerini neredeyse toprağa yapıştırırlar. aradaki mesafe yarım metre bile değildir. eğer bir görseler rezalete bak! içlerinde akçan'ı tanıyan çıkarsa resmen diplomatik skandal. allahtan kimse görme mistir. derin derin nefesler bırakılır. bu arada gazeteci birkaç kare de fotoğraf çekecektir. ahmet akcan'ın suratı bembeyazdır. adam resmen ipten dönmüşür.
gazeteci şeytana uymadı. içinden bir ses ortaya çıkıp: "arkadaşlar bu galatasaraylı teknik adam. sizi gizlice izleyecek!" diye bağırmak geldi. tantanaya bak. haber de bir tek milliyetle olacak. ondan sonra gümbürtüyü izle. boş verdi gazeteci. denizli ile yeni barıştığını düşünerek "biz casusluğumuza devam edelim," dedi.
ikili yine yılmadı. hemen yan tarafa geçip antrenman sahasının karşısındaki tepeye tırmandı. ahmet akçan kayalıkta kendine bir yer tutup, kalem kağıdını çıkardı, gazetecinin makinesinin tele objektifi ile antrenmanı izledi. sayfalar dolusu notlar tuttu. sonra da oradan hemen ayrıldı. otele geri döndü, hemen denizli'nin yanına koştu. gazeteci de kendi oteline, elinde bomba bir haber vardı.
olayı kesinlikle gazetesine yazacaktı. fotoğraflar elde. foto muhabiri hüseyin kırcalı.... fotoğrafları ona getirir. yıkayıp geçmesini ister. ama adam smokinini giymiş, kumarhane yoluna çıkmak üzere. "yok kardeşim. ben bir şey yapamam. benim işim var. hadi eyvallah!"
gazeteci henüz çaylak. hiç sesi çıkmaz. fotoğraflar da öylece elinde kalır. ertesi gün galatasaray, monaco'yu tanju'nun golüyle yendi. monaco antrenörü arsen wenger açıklama yaptı:
"denizli'yi tebrik ederim. bizim takımı çok iyi çözmüş" ne garip bir tesadüftür ki aradan geçen onca yıl sonra uefa kupası final maçında arsenal'in başında yine aynı hoca vardı.