yıl 1974, dünya kupası’na ev sahipliği yapan batı almanya ile hollanda final oynamaya hak kazanmışlar. finalden bir gün önce almanya’nın “tabloid”lerinden bild zeitung’da bir haber: hollanda-brezilya maçından bir gece evvel dört hollandalı oyuncu kaldıkları wald hotel’deki havuzda alman hayat kadınlarıyla alem yaparken yakalandılar. o dört oyuncunun kimler olduğu bild’de zikredilmiyor ancak, hollandalı oyuncuların tümü ve kafile yetkilileri bu haberin asılsız olduğunu iddia ediyorlar.
önce, bunun alman medyası tarafından tezgahlanan psikolojik bir savaş taktiği olduğunu iddia eden hollandalılar daha sonra buna benzer bir olayın yaşandığını ancak, kadınlara para veren bild gazetesinin olayı abarttığını itiraf ediyorlar.
final maçında cruyff kendisinden beklenen performansı gösteremeyince b. almanya maçı 2-1 kazanıyor. iddiaya göre finalden önceki gece cruyff’un karısı danny, telefonda saatlerce kocasının başının etini yiyerek hesap sormuştur. öyle ki, finalden birkaç gün sonra cruyff, bir basın toplantısı yapar ve 4 yıl sonraki dünya kupası’na katılmayacağını söyler. tüm baskılara rağmen katılmamıştır da!
halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
7 temmuz 1974 münih'in olimpiyat stadı'ndayız. tribünlerde 77 bin seyirci var. ama, televizyonları başında, milyonlar seyrediyor bu büyük finali... ve. türk sporseverleri de... genç meslektaşım tansu polatkan'la birlikte, mikrofon başındayız. yerinde izlediğim 5'inci dünya kupası finali... mikrofon başında anlattığım 3 üncü final oluyor. ve televizyonda naklettiğim ilk dünya kupası finalim.
ingiliz hakem john taylor'un düdüğü oyunu başlatırken, takımlar şöyle:
oyun penaltıyla ve golle başladı. daha, 2'nci dakika dolmadan, cruyff topla ceza alanına dalmış ve vogts'un sert müdahalesiyle kendini yerde bulmuştu. tipik bir penaltıydı bu. ingiliz hakem de vermekte tereddüt etmedi. neeskens geldi topun başına.. bu kupa'da cruyff'tan sonra en çok beğenilen hollandalıydı neeskens. toplara sert vurmasıyla tanınmıştı ve öyle vurdu.. gol: hollanda: 1 - federal almanya: 0.
almanya kendi evinde kupayı alamayacak mıydı? oysa, nasıl 1966'da ingilizler daha ilk günden "kupa bizim" demişlerse. burada da hergün evsahibinin" sloganını duyuyorduk. öte yandan "dünya kupası finallerinde ilk gol çoğu kez uğursuz gelir" diyen bir inanç da vardı. kaç dünya kupası'nda öyle olmuştu. ilk golü atan takım, sonunda yenilmişti. ancak, dört yıl önce meksika'da brezilyalılar bu inancı yıkmış, hem ilk golü atmış, hem de kupayı almışlardu. şimdi bakalım hangisi tekrarlanacaktı bugün?
almanlar, yedikleri golle birlikte hızlandılar bir penaltıya, beraberlik golüne kadar ulaştı bu hız... bu kez düşürülen, hölzenbein'di penaltı yine tartışılmazdı. ingiliz hakem taylor'un iki önemli kararı da onaylanacak doğruluktaydı. breitner geldi topa vurmak için.. almanlar'ın büyük futbolcusu.. öyle bir vurdu ki, kaleci jongbloed'e topu ağlardan çıkarmaktan başka iş kalmamıştı.
1-1'lik durum uzun süre devam ediyor, herkes, ilk yarının böyle kapanacağını beklerken.. bonhoftan başlayan atak, bir kupa değerindeki gole kadar gitti. hollanda kalesi önünde topu yakalayan gerd müller, önce vuramadı kaçırdı. sonra da dışarıya gönderiyormuş gibi hafif vurdu. oysa, akıllı, isabetli bir vuruştu. ve almanya'nın maçı 2-1 kazanmasını sağlayacak olan golü yaratıyordu bu vuruş... tribünlerde alman seyirciler havalara sıçrıyordu. hollandalılar ise, topun o nazlı nazlı gidişi sırasında bir tek savunma adamının uzanıp da topa dokunamamış olmasına şaşıyordu, üzülüyordu.
ikinci yarıda karşılıklı çabalar 2-1'lik durumu değiştiremeyecekti. sadece sertleşmişti oyun. ingiliz hakem faul üstüne faul çalıyordu. maç boyunca tam 33 faul olmuştu 23'ünü yapan hollandalılardı. maçtan önce beckenbauer'in mi, yoksa cruyff'un mu daha büyük olduğu tartışılıyordu. maçta ise, tartışmadan vazgeçiliyordu. çünkü, ikisi de büyüktü. maçın yıldızları, beckenbauer ve cruyff'tu. ne var ki cruyff'un şahane futbolunu alkışladığım kadar, bazı gereksiz davranışlarına, şımarıklık gibi görünen hareketlerine de kötü puan verdiğimi belirtmek isterim. cruyff için her zaman bu vargıya sahip oldum. çok büyük futbolcu.. ama. efendilik, centilmenlik açısından hiçbir zaman bir pele değil, bir eusebio değil, bir beckenbauer değil, daha birçok kişi değil... hemen her maçında sarı kart gören, her düdükte hakeme doğru protesto hareketleri yapan, maruz kaldığı her sertlikte rakibiyle ağız dalaşına giren, hatta itişmeye kalkışan, cruyff'tu hep... o çaptaki bir yıldıza yakışmayan davranışlardı bunlar... ne bileyim, sevenleri gücenmesin ama . pele, eusebio, didi, fontaine. beckenbauer ve o büyüklükteki büyüklerin yanında, bazı şımarık davranışlarıyla çruyff, harika futbol oynayan bir mahalle çocuğu izlenimini bırakıyor. futbolun tahtına çıksa da..
evet, 1974'de de 1966'daki gibi "evsahibi" ulaştı "mutlu son"a... ancak, maç akşamı sabaha kadar bira fıçılarını deviren almanlar, şarkılar söyleyerek münih sokaklarında dolaşırken, alman milli takımı onuruna verilen ziyafette, hava hiç de öyle tatlı değildi. bazı ünlü alman futbolcuları, eşlerine kaba davranıldığı gerekçesiyle olay çıkarıyor, ziyafette başlayan bu olay daha sonra büyüyordu. bövlece, alman milli takımı dünya şampiyonu olduğu akşam darılmaya başlıyordu.
1954... 1974... tam 20 yıl aralıkla almanların iki şampiyonluğunu görmüştüm.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında akif kurtuluş'un "'74, '78 ve dükut-der'in şanlı mücadelesi" başlıklı yazısından;
"konu mankeni" sokağımız, o yılın haziran ve temmuz ayı boyunca, polonya, almanya ve hollanda taraftarlığı arasında ciddi bölünmelere tanık olmuş, her maçtan sonra mehmet akif ilkokulu'nun bahçesindeki minyatür maçlarda, bu üç takım arasında turnuvalar düzenlenmiştir. rakip takımın kuvvetli olduğunu görünce "yaa bıraak olum, ben aslında hollandalı'yım" diyen yavşak almanlara da rastlanmıştır. neeskens, maocu breitner, keltoş lato, szarmach, gadocha, götten (bu almanca bir sözcüktür) bacak müller, imparator beckbenbauer, rep adları o maçlarda paylaşılmış; ama bir ad, üzerinde marka ve patent hakkı açısından ciddi sürtüşmelere vesile olmuştur: cruyff. kupayı kazanan mahalledeki almancıların bile hakkını teslim ettiği bir takım ve bir isim varsa, finalde kaybetmiş hollanda ve cruyff tur. benim de ayinlerine katıldığım tarikatın takımı ise tartışmasız polonya'dır. o nedenle, minyatür kale maçlarımızda, "takım dizilişi"ndeki pozisyon akrabalığımdan, bu maçlarda szymanowski "mahlasını kullandığımı eklemeliyim. isterseniz o geri dörtlüyü burda hürmetle analım: szymanowski, gorgon, zmuda, musial.
tarikat dedim de! burada hemen bir parantez: dünya kupası'nı televizyondan izleme derneği'nin kuruluşu da bu kupadır. kısa adıyla dükut-der diye anılacak bizim teşkilat, maç programından, maçta yenilecek içeceklerin teminine; mali sorunların bir uyum içinde çözümünden, maç sonrası etkinliklerin düzenlenmesine kadar birçok önemli işler başarmış bir örgütlenmedir. kısa sürmüş tarihine, ilerleyen bölümlerde de atıf yapılacaktır.
yalnız bakın, gelin 74'ü kapamadan önce, muhterem bir kardeşimize de hürmette kusur etmeyelim. bilmeyenler açısından söylüyorum, 74 kupası'nı dönüşümlü evlerde izlediğim oleyis mahallesi, bir kısmı adı üzerinde oleyis sendikası işçilerinin, bir kısmı ise 27 mayısçı orta ölçekli subayların kooperatif evlerinden müteşekkildir. bu bakımdan dokusu itibarıyla siyaseten "sol"da konuşlanmıştır. breitner'a bu hürmetimiz, dolayısıyla sebeb-sonuç ilişkisi bakımından hiçbir postmodern yorumu gerektirmeyecek kadar nettir. çünkü, paul ön ismiyle camiamıza malolmuş bu değerli şahsiyet, o aralar "harbi solcu" olduğunu deşifre etmekte hiçbir beis görmemiştir. zaten bizim maçlarda breitner "kod adı"nı alan kardeşimiz, 12 eylül'den sonra mamak, ardından bartın ve çanakkale "ceza" turlarından sonra ancak 1985 filan gibi sokağa bünyesini atabilmiştir. gerçi sokak artık çok değişmiştir ve bu bünyeyi ne yazık ki kısa sürede dışarı atacaktır. bu da ayrı bir konu.
ilk basımı 2003 yılında olan yiğiter uluğ'un "hatice'den mektuplar" kitabından;
münih, 1974... şükrü gülesin, namık sevik ve kahraman bapçum, dünya kupası finalini izlemek üzere geldikleri bavyera kentinin sokaklarını arşınlıyorlar. karınları acıkınca şükrü -ki en önce onun karnının acıktığından kimsenin şüphesi olmasın- "şu italyan lokantasına girelim, canım spagetti çekti" diyor. girip oturuyorlar masaya... siparişleri almak için 15-16 yaşlarında bir delikanlı geliyor. şükrü gülesin, yemek faslına geçmeden önce garsonla samimiyet kurmak istiyor ve "hangi takımı tutuyorsun?" sorusuyla açıyor sohbeti...
"lazio." "peki, şükrü gülesin'i tanıyor musun?" "hayır." "baban da lazio'lu mu?" "evet." "ne yapıyor şimdi?" "içeride, mutfakta çalışıyor." "git, babana 'şükrü gülesin geldi, seni görmek istiyor' de!"
delikanlı da, masadakiler de şaşırıyor şükrü'nün bu isteğine. lazio'lu genç biraz da isteksizce mutfağın yolunu tutadursun, biz biraz daha eskilere, 1950'lerin başındaki roma'ya uzanalım...
* * *
beşiktaş formasıyla oynadığı 281 maçta 226 gol atan, o dönem türk futbolunun en büyük yıldızlarından şükrü gülesin, 1951'de lazio'ya transfer olmuştu. insanüstü kuvveti, bomba gibi şutları, kornerden attığı gollerle kısa sürede italyan futbolseverlerin sevgilisi haline geldi. öyle ki, her maçtan sonra kimi zaman o akşam, kimi zaman da ertesi sabah evinin kapısında tokmağa asılı bir ıstakoz buluyordu. eşine soruyor ama hiçbir tıkırtı duymadığı cevabını alıyordu. birkaç kez beraberce kulak kabartıp, ıstakozu getireni 'enselemeye' çalıştılar, olmadı. ve şükrü, esrarengiz armağanın sırrına eremeden o sezonun sonunda palermo'ya transfer oldu.
* * *
yeniden münih'teki lokantaya dönelim... oğlundan haberi alan italyan aşçı sevinç-hayret karışımı bir yüz ifadesi ve telaşlı adımlarla yaklaşmaktadır bizimkilerin masasına... bir yandan ıslak ellerini önlüğüne siler, bir yandan da "sukru!.. sukru!.. inanmıyorum, bu bir mucize!" diye bağırarak gelir, kucaklar yıllar önce lazio tribünlerinden alkışladığı kahramanı.
"demek, hatırladın beni" der şükrü.
"nasıl hatırlamam? sen benim en sevdiğim futbolcuydun" cevabını verir italyan önce, sonra da gözünü uzaklara diker ve "peki, sen ıstakozları hatırladın mı?" diye sorar kısık bir sesle. "hani pazar geceleri kapında bulduğun ıstakozları?"
"evet..."
"işte o ıstakozları getiren bendim. balık halinde çalışıyordum o zaman."
* * *
gazetelerde, kulüplerin halka açıldığına, artık borsada hisselerini satabileceklerine ilişkin haberleri okudukça hep bu hikâye geliyor aklıma... şükrü gülesin'i ve onu lazio forması ile izlediği bir sezonda 'aşık olan' italyan'ın 40 yıllık dost gibi kucaklaştığı sahneyi canlandırmaya çalışıyorum gözümde... bugün de futbol topunun zıpladığı her yerde buna benzer tabloları görebilmek mümkün. ama yarım yüzyıl önce olduğu kadar katıksız bir sevgiden söz edebilir miyiz?
kulüpler birer şirket artık... alan, satan, kârları, zararları bilançolarla ortaklarına duyurulan endüstriyel kurumlar... bu yüzden, yıldızları birer kahraman gibi değil de, bizi (yani elimizdeki hisseleri) başarıya taşıyacak personelden birileri olarak görüyoruz. ya da en azından öyle görme yolunda ilerliyoruz. bir gün omuzlarda taşıdığımızı, ertesi gün 'kazandırmıyor artık' diye kaldırıp atabilmek, şimdilerde taraftarın (yoksa hissedar mı demeli?) en doğal hakkı.
futbol büyüyor... giderek dünyanın en ücra köşelerine sızıyor, popülaritesinin önünde hiçbir güç duramıyor... büyüdükçe kazanıyor, kazandıkça etrafına da kazandırıyor... fakat bu güzel oyunun saflığı, masumiyeti, mahalle araşma özgü heyecanları da kayboluyor bir bir...
yarım yüzyıl önce savaştan yeni çıkmış avrupa'nın fakir insanları, stadyumlara giderken, olağanüstü bir gösteriye tanık olmanın coşkusu içindeydiler. onlar için di stefano, puşkaş, fontaine, gento ya da 'sukru'nun da vinci'den, michelangelo'dan, renoir'dan farkı yoktu. ve yeşil sahaların yaratıcılarına, gönüllerinden taşan sevgilerle, avuçlarını kızartan alkışlarla teşekkür ediyorlardı. bence, asıl o zaman 'halka açık'tı kulüpler...
teşekkür deyince; aktardığım güzel öyküyü güneşli bir öğle sofrasında benimle paylaşan kahraman ağabeye borçlu olduğum teşekkürü de unutmamak gerek. o, sesiyle, jestleriyle, mimikleriyle ama en çok da pırıl pırıl parlayan gözleriyle ruh vererek anlatmıştı rahmetli şükrü gülesin'in hikâyesini. benim bilgisayar klavyesinde aynı rengi yakalamama olanak yok, affola...
radikal, 10 şubat 2002
not: anı 74 dünya kupasında geçtiği için bu maça yazdım...