dünya kupası finallerinde oynayan suat mamat ve şükrü ersoyun katıldığımız ilk dünya kupası ile ilgili anıları şöyle;
nasıl hazırlandınız dünya kupasına?
şe: topu topu 10 günlük bir kamp. kamp dediğiniz de saha olmadığı için yıldız parkı'nda eski sarayın içi. içinde yatak falan da yok. üç-dört kişi bir arada yer yataklarında yatıyoruz.
sm: antrenman yapacak yer yok. otele falan bile götürmüyorlar bizi. parkta koşup durduk. hazırlık maçı yerine de parkta kendi aramızda çift kale yaptık
sm: otele gittik, türk bayrağı, türk takımı diye bir şey yok. bizi hesaba katmıyorlardı. ispanyollar gelecek diye rezervasyon onlar adına yapılmış. her yerde, bardakların üzerinde bile ispanya bayrağı vardı. ilk iş onları değiştirdik. sonra maçları oynadık. ilk maçta almanlara 4-1 yenildik. onlara üçüncü dakikada üç kişiyi çalımlayıp çok güzel bir gol attım. devre 1-1 berabere bitti ama bizim enerjimizin hepsi 15 dakikalıktı. maçtan önce avrupa basını, "suat'a dikkat" diye başlıklar atıyordu. maçtan sonra "suat'ın gücü 15 dakika yetti" diye yazdılar.
şe: sonra, kore'ye 7 tane attık. suat'ın da iki golü vardı. ben de ilk maçta yedektim, kore zayıf olduğu için, turgay bekler o maçta kaleye ben geçerim diye bekliyordum. olmadı, almanya'ya 7-2 yenildiğimiz maçta görev yaptım.
türkiye, ilk kez ay-yıldızı ile isviçre’deki dünya kupası finaline uçmaktadır 1954’ün bir erken haziran gününde; güney kore, almanya ve macaristan’la eşleşerek. ne grup ama...
kadere bakın ki, ‘54 kupası’nın o muhteşem finalini oynayacak en güçlü iki takım işe bizimle başlayacaktır. almanlar ilk oyunda, bern’in wankdorf stadında taş gibi takımlarıyla (iki walter’li) ayyıldıza karşı dizildiklerinde, usta suat’tan daha ikinci dakikada kalelerinde bir ilk gol göreceklerdir.
tarih: haziran 17, 1954. anımsıyorum, açık ve güneşli bir perşembe öğle sonrasıydı.
kupa harpten dolayı paris’ten zürich’e taşınmış, fifa’nın ülkesinde oynanıyordu.
türk takımının ilk onbiri o zaman güçlüdür. kalede, berlin’de olimpiyat stadı’nda üç sene önce almanları durdururken parlamış, uzun sürecek spor yıllarına kaptan başlamış ve hep kaptan kalacak yakışıklı turgay: akıllı, modern, güçlü, okuldan galatasaraylı, örnek sporcu, sanki bir genç türk “yaşin”idir.
önünde taş gibi gözüpek, korkusuz, o zamanki dizilişe göre iki bek vardır. ankara karagücü’nden rıdvan ve taze fenerli, gele gelecek yılların mehmetçik basri’si.
onların önünde, bugünkü deyişle orta sahada, yıllarca milli takımın değişmez sağhafı “beton” mustafa, onun solunda tekniğiyle namlı galatasaraylı, rober ve ortalarında sessiz ve gösterişsiz kasımpaşalı çetin.
o zamanlar daha yeni profesyonel olunmuş; her şehirde yerel ligler var: ıstanbul ligi, ankara ligi... milli ligin kurulmasına zaman var. metin oktay henüz genç milli takımda ve de milli takımda beşiktaş’tan kimse yok.
forvet raket ayaklarla dolu. sağda eski fenerli sonradan adaletli erol (adalet, o zaman büyük bir atakla fenerbahçe’den oyuncu kapmış olan bir battaniye fabrikası takımıydı), yanında top tekniği kuvvetli galatasaraylı suat (sonradan küsüp bir beşiktaş serüveni yaşayacaktır), ortada iki fenerbahçeli sarışın feridun ve 10 numara formalı canavar burhan.
en uçta, solda, bir efsane: ordinaryüs lâkaplı lefter. fenerbahçe’nin ta kendisi demektir. kurnaz, kıvrak, canlı, fedakâr... futbolda geçerli her tanım kullanılır onun için. anlatması görmeyene pek kolay olmayan ve bugünlerde de bir benzerini göremeyeceğimiz bir topçudur.
“doğuştan olma” fenerbahçeliliğini bitirip, antrenör olarak gittiği yunanistan’a ısınamayıp evine geri döndüğünde yaşı 36-37 gibidir. tesadüfen gördüğümüz büyükada’da yerinde duramaz gibiyken, “yahu yarın keşke çıkıp oynasa istanbulspor maçına” diye içimizden geçirmiştik. ertesi gün bir mucize oldu, fenerbahçe lefter’li çıktı. kazanılan penaltıyı galiba o kaçırdı, ama bir tarih yaşanmıştı tıklm tıklım dolu dolmabahçe’de.
milli takımın sahada işte bu kadroyla, ama alışılmış düz beyaz forma yerine, pek sevmediğimiz beyaz şort ve göğsü ayyıldızlı kırmızı üst ile dizildiğini iyi kötü anlamıştık, parazitli bir radyo yayınında.
bir anlık büyük bir sevinç yaşanmıştı 1-0 olunca. 1950-54 arasında çok büyük galibiyetleri olmayan, sadece ünlü teknik direktörleri herberger’in “üç cephesi” diye bilinen, a, b ve amatör diye istim üstünde üç kadro yaratan almanlar, sanki sessizce, harpten sonra ilk katıldıkları bu kupayı almaya kararlıdır; hem de yenilgisiz efsane macarlara rağmen.
kupaya kadar fazla bir kazançları olmamıştır; iki isviçre galibiyeti, bizle bir yenilgi bir yengili durum, üstüne üstlük irlanda’dan dublin’de üç yemişler; sadece o zamanın güçlü takımı avusturya’yı viyana’da 2-0 yenmişlerdir.
ilk devre 1-1 kapanacaktır, bu iyi bir başlangıçtır bizce. “ya ya ya şa şa şa, türkiye türkiye çok yaşa”… almanlar ikinci devrenin başında 2-1’le ferahlar. altmışlı dakikalarda othmar walter de 3-1’i bulunca iyice rahatlarlar.
madrit’te dört yediği ispanya’yı, istanbul’da 1-0’la durdurup o zamanın usûllerine göre roma’da üçüncü maçı oynayan, 2-2 biten karşılaşmanın ardından “küçük franko”nun küçük elleriyle çektiği kurayla koca iberik’i kupa dışı ediveren, birkaç yıl önce berlin’in dev olimpiyat stadını onlara dar eden uçan kalecili ve isviçre’de “equipe fantome” (esrarengiz ekip) adı takılan korkulu türkleri artık geçmişlerdir. rahat bir nefes alacaklardır.
ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
ispanya'yı eleyip dünya kupası bileti aldığımız 17 mart 1954'ten... 17 haziran 1954'e... tam üç ay sonra... bu kez isviçre'nin bern şehrinde, wankdorf s tadandayız... "stadındayım" da diyebilirim. hiç ama hiç unutmadığım günlerdendir. stada giderken yürüyüşüm bile bir başkaydı sanki... hafiften kasıla kasıla yürüdüğümü iyi hatırlıyorum. organizasyondan çok ilgi görmüştük. onlar hatıra eşyası satıcıları gibi kızgın bakmamıştı bize... büyük kolaylık göstermiş, maçtaki yerlerimizi hemen vermişlerdi. daha sonraki yıllarda medya mensuplan o kadar artacaktı ki, bir gazeteden veya bir radyo istasyonundan ya da bir tv kanalından iki-üç kişiye değil, bir kişiye bile bilet bulmak zorlaşacaktı. spor yazarları dünya çapında bir örgüt kurduktan sonra bile, bu güçlükler alabildiğine sürecekti. ama isviçre'deki 5. dünya kupasında her şey çok kolay ve rahattı...
türkiye spor adına benden başka büyük bir spiker ağabeyimiz muvakkar ekrem talu ve gazeteci ali karakurt arkadaşlarım da, bizim maçlan izlemek için gelmişlerdi. gene değerli spor yazarı ağabeylerimizden, ilk maç spikerliği yıllarımda mikrofon başına birlikte geçtiğimiz sevgili tevfik ünsi de, milli takımımızın basın temsilcisi olarak oradaydı. tribünde heyecanla maçın başlama saatini bekliyorduk. laf aramızda, öylesine erken gitmiştik ki maça... olayın keyfini daha uzun yaşamak için... bir gün önce de futbolcularımızla konuşmuş, onlara moral vermeye çalışmıştık. italyan teknik direktörümüz puppo sandro sessiz, sakin, çok az konuşan bir insandı. bir futbol adamından çok, üniversitedeki bir bilim adamı izlenimi verirdi. federasyon başkanı ulvi yenal, futbolcularımızın ispanya karşısındaki başarısına güveniyordu. hepimizin ortak korkusu, almanların çok hızlı temposuydu. onları durdurabilirsek, yüzümüz gülebilirdi. futbolcuların çoğu "ilk on beş dakikada bir gol yemezsek, sonrasında işimiz kolaylaşır" inanandaydı, işte bu duygular içinde nihayet beklenen saat geldi. portekizli hakem da costa'nın yönettiği maça taraflar şu onbirlerle çıktı:
türkiye: turgay şeren (gs) - rıdvan bolatlı (ankara karagücü), basri dirimlili (fb) - mustafa ertan (ankara karagücü), çetin zeybek (kasımpaşa), rober eryol (gs) - erol keskin (adalet), suat mama t (gs), feridun bugeker (fb), burhan sargun (fb), lefter küçükandonyadis (fb)
almanya: turek - laband, kohlmeyer - eckel, posipal, mai - klodt, morlock, othmar, fritz walter, schaefer
elli bine yakın seyircinin izlediği maçta bizler adeta yok gibiydik. o tarihte avrupa'da çalışanlarımız fazla olmadığından bern'deki seyircinin yarısı ev sahibi isviçreliler, yarısı da yol yakın olduğu için otomobilleriyle gelen alınanlardı. biz ise, sık sık söylediğim gibi, bir değilse de birkaç avuç türk, tribünde bağırsak da sesimizi duyuramaz haldeydik. ama maçın başlamasıyla birlikte öyle bir mucize olacaktı ki... koca kalabalıkta kaybolan bizler bir anda havaya fırlayacaktık. ve koca stadda çıt çıkmayacak, sadece bizim, birkaç türk'ün coşkusu yeri göğü sarsacaktı. çünkü... daha maçın 2. dakikasından 3. dakikasına gidilirken, bizim suat mamat da kenardan aldığı topla, iki alman savunma oyuncusunu geçiyor ve ileri uzattığı topa, yani kendi pasına gene kendisi müthiş bir deparla yetişiyordu. sonrasında suat'ın topu sürüşüne şahit olacağımızı beklerken... birden sert bir şut... kaleci turek yatıyor ama... top ağlarda... gol... gooool... goooool... nasıl bağırıyoruz, ama sadece birkaç kişi... spor yazarı bağırır mı? gazeteci bağırır mı? onu düşünecek halde değiliz... dünya kupası finallerinde ilk kez oynuyoruz... ve "herkesin favorisi" almanya karşısında, maçın ilk golünü atan biziz... nasıl bağırmayız? (yıllar sonra devlet başkanlarının, başbakanların maçta takımları gol attığında nasıl da yerlerinden fırlayıp "gooool" diye bağırdığını görecektik... biz uzun yıllar önce yaptığımıza göre bizimki daha kolay bağışlanabilirdi.)
itiraf etmeli, "beklenmez golümüz"ün sevinciyle coştuktan hemen sonra yerime oturuyor ve hemen... neee? istanbul'u, gazeteyi mi arıyordum cep telefonumla? cep'lisini bırakın, staddan çıkınca otele gidip de gazeteyi aradıktan kaç dakika, çoğu kez kaç saat sonra istanbul'la telefon bağlantısı kurduğumuzu ne kadar anlatsam, inandıramam bugünün gençlerini... eğilip defterime not alıyorum: "dakika üç... gol: suat... kalecinin altından... stadda çıt yok, bizden başka..."
dakikalar ilerliyor. bizim çocuklar, bir gün önce "ilk on beş dakikada gol yemezsek..." diyorlardı. işte yememiş, hattâ atmıştık o ilk on beş dakika içindeki golü... ancak 1-0'ın keyfini sadece onbir dakika sürebilecektik. bu arada korku içinde aldığım notlar artıyordu:
dakika beş... alman kaptanı fritz walter'in müthiş şutu... bizim kaptan turgay uçarak kurtardı...
dakika dokuz... gene kaptan fritz... gene kaptanımız turgay... köşe vuruşundan gelen top... walter kafa... turgay karşılıyor...
ama nereye kadar? ve işte artık turgay da başa çıkamıyor bu fırtına gibi gelen alman akınlarıyla... staddaki gök gürültüsü bir yandan,
sahadaki müthiş goller öte yandan... 1-1, 1-2, 1-3, 1-4... ooooh bitti. ilk maçı 4-1 kaybediyoruz. ne var ki, yalnız biz değil, tüm izleyenler de "bu alman fırtınasını kimse durduramaz" yargısına varıyor. (tek tesellimiz bu!)
aynı kupadan halit kıvanç'ın diğer iki anısı için;