jupp derwall’in türkiye liglerindeki ilk maçı…, coşkun çelik
tomislav iviç’in zamansız portekiz’e kaçışı galatasaray yöneticilerini teknik direktör arayışına itti. alman milli takımı’ndan ayrılan jupp derwall’e yapılan teklif olumlu yanıt bulunca derwall galatasaray’ın yeni hocası oldu. tsyd kupası’ndaki beşiktaş ve fenerbahçe maçlarının ardından galatasaray derwall yönetiminde ilk lig maçında denizlispor’la karşılaştı.
ligin ve derwall’in ilk maçında sakat olan yusuf ve dortmund’la bonservis sorunu çözülemeyen erdal’ın yoklukları galatasaray cephesinin düşündüğü sorunlardandı. derwall’le ve yaptığı milyarlık transferlerle sezona iyi bir giriş yapacağını düşünen yönetim maddi darboğazdan kurtulmak için çeşitli planlar yapmış ve ligin ilk maçının kalabalık bir seyirci topluluğu tarafından izleneceğini düşünmüştü. bu sebeple ligin ilk maçındaki adres fenerbahçe stadı’ydı. ancak bilet fiyatları yüksek tutulunca, 35 bin yerine 20 bin kişi stada geldi. 50 milyon yerine 27 milyon hasılat elde edildi…
derwall ve galatasaray, hakem nihat gülşen’in düdüğüyle sezona başladı. ilerleyen yıllarda isimleri galatasaray’la pek anılmayacak rıza, levent, necmi gibi isimler de kadrodaydı. oyuna hızlı başlayan, gollük pozisyonları yakalayan galatasaray’dı ama rıza’yla bu pozisyonları değerlendiremeyen de galatasaray’dı. denizlispor’da ise oyuna damgasını vuran isimler eski fenerbahçeli oyunculardı. bir dönem fenerbahçe forması giyen bahtiyar (yorulmaz) ve bulgar mehmet (hacıoğlu) galatasaray’ı yıprattı bulgar mehmet’in 17. dakikadaki golüyle denizlispor sahadan 1-0 galip ayrıldı…
maç sonrası türk basınındaki genel kanı derwall’in galatasaray’da olumlu işler yapacağı yönünde olurken alman basını derwall’in eğlence için türkiye gittiğini yazdılar. türkiye’de de skorcular ve ortalığı karıştırmak isteyenler işbaşındaydı ancak iviç’i kullanarak derwall’i yıpratma çabası sonuç vermedi.
bu sezon galatasaray'ın forma reklamı "telefunken" dır.
üç büyüklerin forma reklamları adeta türkiye'nin ekonomik gelişiminin de ne yönde seyrettiğinin bir göstergesi. 80'lerin başında bankerler formaları kaparken 80'lerin ikinci yarısından itibaren iki kamu bankası öne çıkıyor. son yıllarda ise gsm şirketleri öne çıkıyor. ancak bugün birçok firmadan eser kalmadı.
türkiye'de futbol kulüplerinin forma reklamı almasının fikir babası şenes erzik 'tir.
yabancı kulüplerin bu kazanç kapısını fark eden erzik, üç büyüklere konuyu açar ve nihayetinde 1977'de ve sonrasında 1980'de de resmi gazete 'de yayımlanan yönetmelikle 30x15 cm ebatlarında forma reklamına cevaz verilir. ancak sigara ve alkol ürünlerinin reklamlarına yasak konulur. ne var ki ileride bu yönetmelikte bir değişiklik yapılmış olsa gerek, çünkü adana demirspor'un "efes pilsen" göğüs reklamıyla çıkmışlığı vakidir.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
nefis bir havada bulutların üzerinden uçuyoruz. avusturya, yugoslavya ve bulgaristan'ı geride bıraktık bile.
kaptanın, kabin hoparlöründen gelen sesi, edirne'yi geçmiş bulunduğumuzu ve istanbul'a yaklaştığımızı bildiriyor. bunu baş hostesin kemerlerin bağlanmasını, sigaraların söndürülmesini ve inişe hazırlanılmasını isteyen anonsları izliyor.
uçak tam bir yumuşak iniş yaptıktan sonra, neredeyse büyük, gümüşten bir martıymış gibi atatürk havalimanı'na doğru azametle yaklaşıyor.
türk topraklanna son kez üç yıl önce ayak basmıştım. o sırada alman millî takımı ispanya'da yapılacak 1984 avrupa şampiyonası için eleme grubu maçında izmir'de türkiye'ye karşı sahaya çıkacaktı.
benim için hâlâ bugün bile güzel bir anıdır. ama, bizim için önemli olan sadece bu maçı 3-0 kazanmış olmamız değil, öncelikle bu şehir ve onca cana yakın insan, takımlarını izlemek, yerinde desteklemek için yakın uzak demeyip maça gelen türk futbol severleriydi. 85 bin kişi bir duvar gibi takımlarının arkasındaydı. seyircinin türk takımını her atağa kalkışında cesaretlendirmek için "türkiye! türkiye!" diye haykırışlarını hâlâ duyar gibiyim. ama o nefis, sulu portakallar başka amaçlar için kullanılabilirdi... havada uçuşan vitamin gülleleri olmadan da bu muhteşem seyirci karşısında saygı ve benimseme duygularına kapılmıştık zaten. rakip taraftan bu kadar özen ve saygı görmek güzel bir duygu.
alman lufthansa şirketinin uçağından inmeden hemen önce bunları düşünmeden edememiştim. o an, türk seyircisinin izmir'de gördüğüm o sevecen tavrının değişmiş olamayacağını hissettim.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
telefon şaşırtıcı bir şekilde ve tam da futbolun adını bile duymak istemediğim bir anda çalmıştı.
paris dönüşü kendimi harap ve yorgun hissediyordum. yalnız kalmak ve ailemle ilgilenmek istiyordum. telafi etmem gereken pek çok şey vardı.
fakat sık sık olduğu gibi, her şey düşünülenden çok farklı gelişti. istanbul'dan alp yalman adında bir bey benimle görüşüp konuşmasının mümkün olup olmadığını sorduruyordu. yalman'ın bu isteğini bana iki türk gazeteci iletti. ailemle tatile çıkmak istediğimi öne sürerek bu isteği geri çevirdim. zaten tasarılarımıza uygun olan da buydu. eşimin memleketi isviçre'ye gidecektik.
ancak galatasaray kulübü'nün o zamanki başkan yardımcısı alp yalman aynı düşünceyi paylaşmıyor olmalıydı. ne kadar kararlı olduğunu gösterdi ve daha ertesi gün kendisinden bir telefon geldi. gayet akıcı bir almancayla anlayış göstermemi rica ediyor, benimle görüşüp konuşmanın kendisi ve kulübü için çok önemli ve acil olduğunu söylüyordu.
kulüp antrenörsüz kalmıştı ve alp yalman başkan yardımcısı olarak sorumluluk taşıyordu. yugoslav antrenörleri iviç daha bir yıllık sözleşmesi olmasına rağmen, kısa süre önce benfıca lizabon'dan bir teklif almıştı. iviç'in, kendisine avrupa futbolunun en üst düzeylerinde çalışma imkânı verecek bu çekici teklifi kabul etmesi için kulüp ona anlayış göstermişti, insani açıdan anlaşılır olmakla birlikte, bu anlayış birçok kişinin tepkisini çekmişti.
alp yalman'ın içinde bulunduğu durumu aktarış tarzı çok cana yakındı; ayrıca, futbolcu yanım bir tepki göstermeden duramayacak kadar ağır basıyordu.
yalman beni ikna etti, ben eşimi ikna ettim, böylece bir uzlaşmaya vararak frankfurt havaalanı ile isviçre sınırı arasındaki mesafenin orta noktasında bir yerde buluştuk.
buluştuğumuz yerin adı ettlingen'di; karaorman lar'ın kuzey kıyısında, karlsruhe yakınlarında çok güzel küçük bir kent.
buluşma yerimiz, 1984 temmuz'unun bir cumartesi akşamının erken saatlerinde, ağzının tadını bilenlerin gayet iyi tanıdıkları "erbprinz" adlı otel-restoran'dı.
selamlaşmamız nazik, temkinli, ama birbirlerini tanımasalar da karşılıklı beklentileri olan insanlarda alışılageldiği gibi çok da dostaneydi.
eşim, ben, alp yalman, faruk süren ve iki türk gazetecinin, hep birlikte yaptığımız görüşme açık seçik ve ilgi çekici bir biçimde gelişti. ancak somut ifadeler ve teklifler şekillenmedi. görüşmemiz aile, futbol ve tatil planları üzerine bir sohbetten öteye gitmedi. fakat yine de sonradan, bahçede, yanımızda gazeteciler olmadan süren ve yalman ile yaptığımız yürüyüş sırasında duruma açıklık getiren bir konuşma gündeme geldi.
birbirimize daha da yakınlaştık. alp yalman'ın güven verici tavrı kuşkuya yer bırakmıyordu. onun yanında antrenör olarak her zaman destek bulabilirdiniz. bunun böyle olduğu sonradan kanıtlandı da.
faruk süren de almanca konuşuyordu; açık fikirli, hoş bir adamdı. gençlerle, sporcularla ve antrenörlerle kafa dengi olduğu izlenimini yaratıyordu. istanbul'daki yıllarımda da onu bunun dışında bir biçimde tanımadım.
"hiç de kötü bir başlangıç değil," diye düşünürken bir yandan da tatil planlarımdan giderek uzaklaşıyordum. bu yeni çekici durum ve merak beni sarmıştı. kültürü, mantığı ve dini bizimkine uymayan yabancı ve bilinmeyen bir ülke karşısında zaman zaman ortaya çıkan önyargıları da tamamen unutmuştum. evet, ateş almıştım. önce çevreyi bir incelemek ve izlenimler edinmek amacıyla yapılan istanbul davetini kabul ettim.
tam sekiz gün sonra yola çıkacaktım. bana tatil için, ama daha doğrusu düşünüp taşınmak için süre bırakmak istemişlerdi...
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
şimdi istanbul'da havaalanındayım; el sıkışıyor ve yorumlarda bulunuyordum. onca gazeteciye, istanbul'a sadece insanları, çevreyi ve olası çalışma alanımı tanımak için geldiğimi, bunun ötesinde bir durum olmadığını izah edebilmek hiç de kolay bir şey değildi. ancak, bu açıklamalarla kimsenin ilgilendiği yoktu. onlar için olay belliydi. galatasaray'ın yeni antrenörü bulunmuştu.
bense kendi içimde, bir sözleşmeyi imzalama aşamasına gelmekten çok uzaktım. alman futbol federasyonu'yla imzalanmış olan ve hâlâ geçerli iki yıllık anlaşmam vardı.
yaptığım açıklamalar benim için tamamen yabancı olan bir dile çevrildi. beni anlayıp anlamadıkları konusunda şimdiden korkuya kapılmıştım. hele bu dilde nasıl antrenman yaptıracağımı düşününce hemen, 40 dakika sonra tekrar frankfurt'a hareket edecek olan geldiğim uçağa binme isteğine kapıldım.
havaalanından galatasaray taraftarlarının omuzlarında elim kolum dev çiçek buketleriyle dolu bir vaziyette ayrıldım. bu etkileyici dostluk ve içtenlik gösterisini daha sonra da sık sık yaşayacaktım. beni istanbul hilton oteli'ne götürecek olan araba da hazır bekliyordu.
odama yerleştiğimde balkondan dışarı bakınca yeni bir dünya keşfettim. bana sunulan bu görüntüye hayran kalmıştım.
boğaz önümdeydi. akşam güneşinde pırıldayan irili ufaklı dalgalar, yakaladıklarını akşama kadar yakındaki lokantalara teslim etmesi gereken balıkçı sandallanyla sessizce oynuyordu. dünyanın dört bir yanından gelen insanlar bu nefis yiyeceklerin tadına varmak için bekliyordu.
arkada, asya ile avrupa'yı birleştiren ve trafiği neredeyse başa çıkılmaz hale gelen köprü bir hayalet izlenimi bırakıyordu.
bu geniş su yolunun kıyılarında, bir zamanlar insanların yaşamlannı belirlemiş olan osmanlı sultanlarının eski sarayları vardı. yeni bir türkiye'nin kurucusuna adanmış muhteşem bir yapı olan dolmabahçe sarayı atatürk müzesi'ni de gözden kaçırmak mümkün değildi. mustafa kemal atatürk, bundan 70 yıl önce türkiye'yi sadece batılı güçlerin müdahalelerinden korumakla kalmamış, onlarla kararlı bir biçimde mücadele etmiş, halkını boyunduruktan kurtararak insanlara yeni ve özgür bir yaşam sunmuştu.
geceyi ve doğuya özgü bu dünyanın karanlığını seyretmenin tadını eşimle birlikte ileriki yıllarda ne kadar sık çıkardık...
* * *
mutluluk duyguları içinde ve hayranlıkla dopdolu olarak otel penceresinin önünde daha fazla duracak zamanım yoktu. telefon çaldı ve resepsiyondan, kulübün en önemli merkezlerini görmek üzere yola çıkacağımı, bildirildi.
önce, istanbul'un dev alış veriş merkezi istiklal caddesi ile tanınan bölgesi, beyoğlu'ndan başladık. galatasaray kulübü'nün yönetim binası da buradaydı. futbol, basketbol, voleybol, kürek ve yüzme gibi bütün branşların ipleri burada birleşiyordu. menajerler, sekreterler, bölüm yöneticileri sporcuların isteklerini karşılayabilmek için burada çaba gösteriyorlardı. işlerini büyük bir beceri ve yetenekle, ama aynı zamanda da yaratıcı güçlerini kullanarak yapıyorlardı. yaratıcılık olmadan türkiye'de her hangi bir işin üstesinden gelme şansı fazla değildi zaten.
kulüp merkezinden ayrıldıktan sonra galatasaray lisesi'ni geçerek tünel'e ve galata köprüsü'ne doğru yolumuza devam ettik. burada lüks yolcu gemileri demirliyor ve iskelelere şehirhatları vapurları yanaşıyordu. şehirhatları vapurları boğaz'ın karşı yakasından pek çok insanı iş ve çalışma dünyasına taşır ve akşam olunca da onları tekrar geriye evlerine, ailelerine götürürken, yolcu gemileri istanbul'un güzelliklerini göstermek üzere dünyanın dört bir yanından turistler getiriyordu.
bu öylesine canlı bir manzaraydı ki, gündelik yaşam içinde onu ne bir kamerayla yakalamak mümkündü, ne de fırça ve paletle.
sonra, adaları muhteşem bir görüntüyle gözler önüne seren marmara kıyısından yola devam ettik. adaların görüntüsü önünde, tankerler ve yük gemileri limana girip yüklerini boşaltmak ve yeni yüklerini almak üzere bekliyorlardı. sonra bakırköy, yeşilyurt ve yeşilköy'ü geçerek galatasaraylı futbolcuların antrenman sahasının bulunduğu florya'ya gittik.
bir sayfiye bölgesinde 30.000 metrekare büyüklüğünde bir arazi satın alınmıştı. burada gençler, amatörler ve profesyoneller, antrenman yapma, çalışma ve performanslarını yükseltme imkânı buluyorlardı.
aslında çevrede yaşayan komşularla daha fazla uyum sağlamak ve mekân zevkini biraz daha geliştirmek hiç de zor olmazdı.
bunun yerine gördüğüm, yıllardan beri ihmal edilmiş bir tesisti. iç düzenlemesi beğeniden yoksun, yapımı tamamlanmamış bir kulüp binası. rahat ve hoş bir ortamın izi bile yoktu. yüksek performans göstermesi beklenen sporcuların burada kendilerini rahat hissettiklerine ve zorlu maçlara hazırlandıklarına inanmak çok güç. arka tarafta futbolcular ve basketbolcular için bir kapalı salon var. bu salonda ilk golün kaleye girmesi ya da ilk basketin atılması için üç yıl daha geçmesi gerekecekti.
ayrıca, kum ve balçıktan yapılma iki toprak antrenman sahası vardı, ama görünümleri, zorda kalındığında askerî manevra sahası olarak kullanılabileceklerini düşündürüyordu. yetişkin profesyonellerle çalışma için kesinlikle işe yaramazdı.
şampiyon olmak istiyorlardı. kupayı almak istiyorlardı ve avrupa kupası'nda oldukça yükseklere ulaşmak istiyorlardı. istanbul semaları artık bir kez daha galatasaray'ın renkleriyle sarı kırmızı parlamalıydı. kulübün simgesi ve amblemi olan aslan, gururla göğsünü gerip dişlerini göstermeliydi. oysa son zamanlarda küçük bir kedi gibi ehlileşmişti.
"zahmet edip buraya kadar gelmesem de olurmuş," diye düşündüm. görünüm bana hüzün vermişti. ama aynı zamanda, galatasaray'ın niçin, 11 yıldan beri şampiyon olamadığını da açıklamıştı.
moralim anlaşılır bir biçimde sıfıra düşmüştü ve benimle sözleşme yapmak isterken ne tür taleplerle gelebileceklerini düşündükçe spor açısından çöl sayılabilecek bu ortamda, antrenörden çok bir sihirbaz istendiği izlenimi beliriyordu içimde.
sporcu için de, antrenör için de olacak şey değildi. bu koşullarda kimden motive olması beklenebilirdi ki? ezilmiş kemiklerle yatağa girip ertesi günü düşünmek kaleciler için tam bir kâbustu.
karmaşık duygular içinde hilton'a döndüm. ancak küçük bir motorla ulaşılabilen boğaz'daki galatasaray adası'nda geçirilen gece bile ruh halimi değiştiremedi. uykusuz bir gece geçirecektim. insanın belirsizliklerin azabını çektiği ve hayallerini kolayca bir tarafa bıraktığında hep yaptığı gibi, ölçüp biçmeye başlayacaktım. olumsuzlara karşı olumlular... dezavantajlara karşı avantajlar... ve hepsinde nihayet bir karara varma umudu...
aklı başında tek bir düşünce şekillendirebilmek için bütün geceyi harcadım. oysa o bile büyük bir soru işareti taşıyordu. ama uyanıp da balkona çıktığımda her şey gözüme bambaşka göründü. yüzüme güneş vuruyordu, yaşamın sürekliliğini sağlayan ve istanbul'u uyandırmış olan cıvıl cıvıl trafik bana, doğru yerde bulunduğum duygusunu verdi.
birkaç saat öncesine göre çok daha olumlu düşüncelerle, kahvaltı etmek üzere hilton'un greenhouse'una yürüdüm. kahvaltıdan sonra, bana getirilen öneriyi kabul edeceğimi ve daha aynı gün galatasaray'la antrenör olarak bir sözleşme imzalayacağımı anlamıştım.
beni bu kararı vermeye iten olumlu yanlar azdı, ama olumsuzluklardan da olumlu olanı çıkarabilmek ve bunu gelecekteki başarılar için temel olarak kullanmak benim için her zaman önem taşımıştır.
kulüp başkanı prof. dr. ali uras'ı bir çim antrenman sahası kurmaya ikna etmek mümkün olmalıydı. bu, başkanın kendisine de sporcular ve taraftarlar karşısında saygınlık ve sempati kazandıracak bir istekti.
sporcular günlük antrenmanlarda performanslarını yükseltmek için daha fazla motive edebilirlerdi.
tesisler daha fazla bir spor merkezine benzetilebilirdi ve bu, taraftarlara yeni bir dönemin başladığı duygusunu verirdi.
bu şekilde iş benim için de daha zevkli olacaktı. belki türkiye'deki diğer kulüpler de spor tesislerini uluslararası düzeye uygun şekilde planlamak için isteklendirilebilirdi.
öne süreceğim koşullar bu çerçevede olacaktı. diğer her şey benim fikirlerime ve becerime kalacaktı. bu düşüncelerle, beni son bir görüşme yapmaya götürecek arabaya bindim. görüşme tatko firmasının bürolarında yapılacaktı. bu firma yalman ailesine ait bir aile işletmesiydi. görüşmeye alp yalman, faruk süren ve galatasaray yönetim kurulu'ndan birkaç kişi daha katıldı.
görev alanımın belirlenmesinde hiçbir sorun çıkmadı. gelişmeye açık, sağlıklı bir zemin oluşturma konusunda isteklerimde de bir pürüzle karşılaşmadım. önümüzdeki hedeflere adım adım ilerleyerek ulaşacak ve bunları en kısa yoldan, büyük bir kararlılıkla geliştirecektik.
ilk olarak oyun gücü yüksek bir takım kurmak istiyorduk. takım, teknik, oyun ve taktik açısından geliştirilecekti. bu, seyirciye başanlı oyunun yanı sıra yaratıcı ve çekici bir futbol sunmak için temel olacaktı.
o ana kadar gördüğüm ve hissettiğim her şey kaygan bir zeminde, doğaçlama ve tesadüf üzerine kurulmuştu. bir şey temsil etmenin ve başkaları adına bir şeyler kazanmanın ne kadar zevkli ve aynı zamanda rahat olduğunu bir kez daha yaşayacaktım. yine hiç hesaba katmadığım bir sürpriz daha bekliyordu beni.
sözleşmeyi benim formüle etmemi ve koşullarımı yazılı olarak belirlememi istediler. hatta daha da ileri giderek anlaşmalarımızı onaylamak için el sıkışmakla yetinmeyi teklif ettiler.
ama ben sözleşmeyi yine de kâğıda geçirdim. bütün hakları ve yükümlülükleri de belirterek, 436 numaralı odada boğaz manzarasını seyrederek sözleşmeyi hilton antetli kâğıtlardan birinin üzerine yazdım.
beni önümüzdeki iki yıl için galatasaray kulübü'ne bağlayacak olan sözleşmeyi bir kez bile okumadılar.
alp yalman bir fotokopisini çektirerek imzaladı. bir memnuniyet iç çekişiyle bana elini uzatarak bol şans ve gelecekte başarılar dilediğini belirtti.
bana, artık iyi günlerde de, kötü günlerde de birbirimize bağlanmışız gibi geliyordu. "ta ki yenilgiler bizi ayırana kadar," diye düşünüyordum... ama her şey çok farklı gelişecekti.
otele dönüp eşime telefon ettim. bavulunu hazırlamasını ve frankfurt-istanbul uçağında yer ayırtmasını, bu arada bileti sadece 'gidiş' olarak almasını söylemek istiyordum. şaşkın yüz ifadesi ve başını sallayışı gözümün önüne geliyordu. "bu ani kararımı inşallah anlayışla karşılar," diye geçiriyordum içimden.
yanılmamışım. gülerek şunları söyledi: 'tamam, tamam! daha istanbul'a uçtuğunda anlamıştım. sen bu çekici öneriye kapılmaya gönüllüydün zaten. senin için sevindim..."
yüreğimden büyük bir yük kalkmıştı. insanın böyle bir anda eşinden hiç yardım istemeden kararlar alması pek de alışılmış bir şey değildi.
fakat geriye dönüp de antrenör olarak çalıştığım hayatıma baktığımda, sürekli hareket halinde dünyanın dört bir köşesinde dolaştığımı görüyordum. dört dünya ve avrupa şampiyonası'nda ben de vardım. bunları düşününce eşime büyük bir kompliman yapmam gerektiğini anlıyordum.
aileyi bir arada tutan hep o oldu; kararları tek başına verdi, onunla gurur duyuyordum.
nasıl bu kadar hızlı karar alabildiğimi gerçekten de bilmiyorum. belki de bunun nedeni, geniş kültürel zenginliği ve çok az rastlayabileceğiniz nabız gibi atan yaşamıyla dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan istanbul'du. haliç, galata köprüsü, kapalıçarşı, ticaretin en parlak olduğu eski zamanları hatırlatan çarşının daracık sokakları...
kentin üzerinde yükselen topkapı, yeni cami ve bizans sanatının nadide örneklerinden biri olan ayasofva... tüm romantizmi ve insanı bir kez içine aldı mı bir daha bırakmayan atmosferiyle kolay kolay unutamayacağınız bir manzara...
belki de sadece merak, hırs ve bir millî takımı avrupa şampiyonu yapmaktan çok daha güç bir görevin kışkırtıcılığıydı. ama öncelikle de en karmaşık durumların bile içinden çıkabileceğini kendi kendine ispatlama isteği...
elbette kendimi daha o zamandan çok yakın hissettiğim insanlar da etken olmuştu. bu insanlar batı avrupa'dakilerle kıyaslandığında, sporda, ekonomide ve diğer pek çok alanda gücünü aşmanın da üstünde zorlanmaktaydılar. fakat her şeye rağmen sabır ve memnuniyet saçıyorlardı. daha o zaman, kendime hakim olma, doştça, yardımsever ve sevecen davranmadaki büyük iç güçlerini hissettim.
bu ülkenin insanlarının anısı bende bugüne kadar bu şekliyle kaldı.
ertesi gün almanya'ya döndüm, işlerimle ve özel yaşamımla ilgili en acil zorunlulukların halledilmesi gerekiyordu. takımı en kısa süre içinde sezona hazırlamak istiyordum. takım iki haftadır hazırlık yapılması ve kadro içinde daha fazla yakınlık sağlanması için konya'da bulunuyordu. antrenman sürecinin yanı sıra bu da başanya zemin sağlayacak önemli bir ön koşuldu.
istanbul yolculuğum yeni bir başlangıçtı ve bugün de sevinerek bundan pişmanlık duymadığımı söyleyebiliyorum.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
öncelikle kendime uygun bir asistan bulmalıydım. onu, bir parça şansın yardımıyla, istanbul'a doğru yola çıkmadan önce buldum.
frankfurt'da yaşıyordu. türk'dü; mesleği gazetecilikti, akıcı bir almancası vardı ve alman futbol federasyonu'nun a gurubu antrenör lisansına sahipti.
yaşar, sevilmeye lâyık bir insan ve güvenilir bir iş arkadaşıydı. kafası, uygulamaya geçirmek istediği pek çok fikirle doluydu, ama o da bana benzer bir durum davdı. nerede başlayıp, nerede bitireceğini bilmiyordu.
antrenmanlar sırasında değişikliklerle dolu, ilgi çekici bir çalışma programı sunmak için çaba gösteriyordu. fakat futbolcuların onu benimseyip benimsemediklerini hiçbir zaman anlayamadım. o sıralar türk dili benim için kırk kilitli kapı gibiydi. yaşar'la birkaç hafta sonra ayrılmak zorunda kaldık. kalp hastası olan eşi için kaygılanıyordu ve benden frankfurt'a geri dönmek için izin istedi.
takımı konya'da sezona hazırlayan, deneyimli ve değerli bir antrenör olan günay kayarlar da, alman futbol federasyonu'nun hennef deki antrenör yetiştirme okulunda a grubu lisansını almak üzere bir aydan uzun bir süre için almanya'ya gitmek istiyordu.
böylece florya'daki antrenman sahasında yine terk edilmiş ve tek başına kalmıştım. el, ayak hareketleriyle ve benim söylediklerimi takıma ingilizceden tercüme eden kaptan fatih'in yardımıyla, futbolculardan ne beklediğimi açıklamaya çalışıyordum.
kendi kendime "bundan daha kötü bir başlangıcı ancak eskimolar ülkesinde yaşayabilirdim," dedim.
yeniden uygun bir asistan aramaya başladım. fazla uzağa gitmem ve aramam gerekmedi. geçen sezon galatasaray'ı çalıştıran iviç'e yardımcı olan bir genç vardı. bir oyuncu olarak futbol yaşamına kulübün a genç takımına antrenörlük yapmak üzere son verdiğini bildirmişti. adı mustafa denizli idi. onu oldukça iyi tanıyordum. en azından futbol yeteneği hakkında pek çok şey biliyordum. harika bir tekniği vardı; muhteşem çalımlar ve aldatmacalarla en olmayacak pozisyonlardan gole gitmesini biliyordu. komple bir futbolcunun sahip olması gereken şeylerdi bunlar.
1979 yılının nisan ve aralık aylarında, 1980 avrupa şampiyonası eleme grubu maçlarında almanya karşısında izmir'de 0-0, gelsenhirchen'de 2-0 sonuçlanan maçları oynayan türk millî takımı'nın kadrosunda yer almıştı.
antrenörlüğü ve iş arkadaşı olarak yetenekleri konusundaysa henüz bilgim yoktu. takım ve baş antrenör arasında birleştirici bir unsur olarak, takımın kulağı ve takım içinde söze dökülmeyen diyalogların tercümanı olarak yetenekleri neydi?
daha sonra ortaya çıkacağı gibi, talihli bir seçimde bulunmuştum.
a antrenörlük lisansını alarak almanya'dan dönen günay, menajerliğimizi yapması için getirdiğim teklifi kabul etmedi. oysa günay'a böyle bir pozisyonun bütün avantajlarını anlatmaya ve işi çekici hale getirmeye çalıştım. ama antrenörlüğü, takımla sahaya çıkıp başarı peşinde koşmaktan ve pazar günkü maçlardaki iç gıcıklayıcı heyecandan vazgeçemeyecek kadar ağır basıvordıı. üzülmüştüm, ona insan ve antrenör olarak çok değer veriyordum. birbirimizi bugün bile hâlâ kaybetmiş değiliz.
mustafa ile iyi anlaştık. birbirimize karşılıklı olarak tecrübelerimizi aktardık. futbolcuların, kariyerleri sürecinde, deneyimli bir antrenör için bile son derece ilginç olabilecek bilgiye sahip olmaları gerçekten şaşırtıcıydı. mustafa da, ben de yalnızdık. onun ailesi izmir'deydi. benim eşim de en önemli işlerimizi halledebilmek için almanya'da bulunuyordu...
benim de, mustafa'nın da karşılaştığımız binlerce soru ve bunlar için pek az yanıtı vardı. bizden beklenenlere karşılık verebilmemiz için çok şey yapmak, daha da fazlasını başarmak gerektiğini saptamıştık.
ancak bizim düşüncelerimizin ve tasarılarımızın, geçmiş zamanların başarısını tekrar yaşatmak için bir garanti olarak gördükleri futbolculara milyarlarca liralık yatırım yapan yönetim kurulunun görüşlerine pek uymadığı belliydi.
heyecanımızın pek fazla sevecenlik ve sabırla karşılanmadığını kabul etmek zorunda kaldık. hakkımızda olumlu düşünen ve genel durumu doğru olarak değerlendirebilen, sayıları pek de çok olmayan dostların vereceği morale epeyce ihtiyacımız vardı.
bizimle aynı düşünceleri paylaşmayanlarda eksik olan iyi niyet değildi; hele ilgi eksikliği hiç değildi kuşkusuz. eksik olan, parayı doğru ekonomik yatırımlara yönlendirecek düşünceydi. kulüplerin pek sık içine düştükleri bir hata...
önce çevreyi düzenlemek, insanın kendini rahat hissedeceği ve çalışmanın bir zevk olacağı ortamı yaratmak gerekirdi. spordaki başarı daima insanın kendisini psikolojik olarak rahat hissetmesine bağlıdır.
gerçi girişimlerimiz tümüyle havada kalmıyordu, ama bizi bilinçli biçimde destekleyen ve savunduğumuz görüşlere hak veren kimse de yoktu.
antrenman sahasını bir ölçüde de olsa kullanılabilir hale getirecek makineler mevcut değildi. çakıllı kumla örtülü olan antrenman sahada hedefi bulacak bir pas atmak bile mümkün değildi.
malzemecimiz ahmet baba için, takımı tam olarak donatılmış bir şekilde maça göndermek tatlı bir meşakkatti. mevcut formalar yetersizdi ve ahmet baba'nın kullandığı bavullara bavul demek mümkün değildi. bütün malzeme, çuvallar içinde maçtan maça taşınıyordu. kramponlu futbol ayakkabılarının içine giren somunları kırıldığında bunu çıkaracak alet bile yoktu, ki bu, devre arasında çok kısa zamanda halledilmesi gereken bir iştir. tüm bunlar, "sahada kendini parçalamak ve başarılı olmak için gerekli olan ortamı yaratacak" şeyler değildi...
işini bilimsel ve titiz bir biçimde yapan masörümüz ve fizik tedavi uzmanımız mehmet'in düzgün bir ilk yardım çantası bile bulunmuyordu. futbolcuları en kısa zamanda tekrar oyuna girecek hale getirmek için gereken ilâçlar, merhemler ve bantlar yoktu. tıbbî cihazlar ve aletlerin ise izine bile rastlanmıyordu. en önemli şeyler için para yoktu ve bir kulübün asıl sermayesini futbolcuların oluşturduğu bilinci mevcut değildi. adele zedelenmelerini ve kan toplanmalarını tedavi etmek için tıbbi malzeme yerine, bir enfraruj lambasına mutfaktan getirilen buz kullanılıyordu.
kulübün ve takımın daha başarılı olmasını engelleyen pürüzlerden söz etmeye başladığıma göre, hafta sonlarında deplasman maçlarına giderken takımın kullanımına "tahsis edilen" otobüsleri de bu arada saymalıyım. araba mezarlığından yeni çıkmış gibi görünen enkazlaşmış gürültü makineleriydi bu otobüsler. ortalama konforun sözü bile edilemezdi; sağ salim eve döndüğünüze şükretmeniz gerekiyordu.
diğer pek çok ufak tefek şeylerle de manzara tamamlanıyordu. 14 uzun yıl boyunca neden tek bir başarılı yıl bile geçirilmediği kolayca anlaşılıyordu...
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
antrenmanlarda sanki bir tür angarya yerine getiriliyordu. esprisiz, düşüncesizce ve yaratıcı esinlerden yoksun; yapılan şeyi sevmeden, zevk almadan ve isteksizce...
bizim istediğimiz tür antrenmanlar için kesinlikle uygun olmayan oyuncular da vardı ortada. kaybetmeye mahkûm tipler, bedavacılar, aylaklar ve gerçek anlamda "emekliler"...
işe başlarken bana 32 futbolcu göstermişlerdi. kim bir antrenman sahasında bu kadar fazla oyuncuyla ilgilenebilir, hespine tek tek yönelebilir, gerekli direktifleri verip en kısa zamanda güçlü bir takım ortaya çıkarabilir ki?
transferin ya da oyuncuları başka takımlara kiralamanın sözü bile edilmiyordu. başka bir kulübe geçme ya da kulüpte kalma kararı her sporcunun kendisine bırakılmıştı. her futbolcunun ahlâk anlayışı ve düzeyinin ön plana çıktığı bir jestti bu...
bazı futbolcuları ise kulübün 3. lig takımında oynamaya ikna etmek mümkün oluyordu.
orta yolu bulmak, daha iyi maaş ödemek, ama transfer ücretlerini düşük tutmakla mümkündü. söz konusu olan, futbolculara başka kulüplerde oyun deneyimi edinme imkânı sunmak ve bir yıl sonra tekrar galatasaray'a dönebilmek üzere yüksek performans göstermeye özendirmekti. bu, herkesi memnun edebilecek bir çözümdü. böylece geriye kalan ve takımın asıl kadrosuna dahil olan 16-18 oyuncuya bir parça sorumluluk ve gurur aşılamayı başardık. ayrıca takıma dahil olabilmek ve en iyiler arasında sayılabilmek daha fazla fedakârlık ve mücadele gerektiriyordu.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
başkanımız ali uras acımasızdı. yönetim kurulu toplantılarında ve asistanlarımla yaptığı görüşmelerde bütün öfkesini çıkanyordu. yeni oyuncular için milyarlarca liralık yatırım yapılmıştı. bunların "üst kaliteden" oyuncular olduğu kanısındaydı.
kulüp, başkan, yönetim kurulu ve antrenörler eleştiri yağmuruna tutulmuştu. yanlış bir transfer politikası uyguladıkları öne sürülüyordu. eski futbolcuların satışında erken davranıldığı ve daha başka pek çok şey söyleniyordu.
mesleği cerrahlık olan, iri yapılı ve gururlu başkanımız ameliyat masası başında kritik durumlarla başa çıkmayı bilmesine rağmen duygusallık ve zaaf gösteriyordu. benim pozisyonumu güçlendirmeye çalışacağı yeride, konumumu zayıflatmayı başardı.
yaptığım işi eleştirmek için basını kullandı ve daha da ileri gitti: antrenmanlarımı ve takım için belirlediğim tüm önlemleri bir menajer izleyecek ve denetleyecekti.
eski bir dost ve türk millî takımı'nın eski antrenörü coşkun özarı, bu işle görevlendirilince bazı koşullar öne sürdü. yerinde olsaydım ben de aynı şeyi yapardım. daha iki hafta sonra birbirimize her hangi bir hınç duymadan ayrıldık. zaten her iki taraf için de tatmin edici olmayan, başkan'ın kin duygularıyla, aşırı bir alelacele getirdiği bir çözümdü bu.
başkan ve ben görüş ayrılıklarımızı koruduk. o benim antrenman yöntemlerim ben ise onun otoriter ve diktatörce yönetim stili konusunda farklı görüşlere sahiptik.
her başkan, kulüp üyeleri, taraftarlar ve kamu oyu karşısında sorumluluklarından dolayı kulübün selameti için kaygılanma hakkına sahiptir. ama aynı zamanda, antrenörler ve takım karşısında mâkul ve anlayışlı davranmakla da yükümlüdür.
bir takım, farklı kişiliklere sahip bireylerden oluşur: millîler, daha önceki takımlarında yıldız olan futbolcular... bunların hepsinin, yeni oluşturulmuş bir takımda yerlerini bulmaları için zamana ihtiyaç vardır.
bazı futbolcularla ikili görüşmeler yapmak gerekliydi. çünkü daha işin başındayken bazılarında liderlik duygusu kabarabilirdi. bu, her takımda sezon açılmadan hemen önce gündeme gelen ve antrenörü ciddî sorunlarla karşı karşıya getiren bir durumdur.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
takımda, türk tâbiyetinde olup, ana dillerini mükemmel kullanan ve kısa zaman öncesine kadar alman liginde birkaç yıl oynamış oyunculara sahip olmak gibi bir şansım vardı.
erhan, uğur, ilyas, erdal ve küçük savaş görüşlerimi yeniden gözden geçirme ve benim için yabancı olan bir anlayışı kavrama açısından çok yardımcı oldular. bu ülkenin insanlarını hataya düşmeden tanımayı ve değerlendirmeyi onlardan öğrendim.
takımda profesyonel tavırlarıyla dikkat çeken üç de yugoslav futbolcu vardı. yugoslavya'nın eski millî kalecilerinden, "simo" adıyla çağrılan zoran simoviç cevat prekazi ve sonradan türk tâbiyetine geçen mirsad kovaçeviç mükemmel oyunculardı. ayrıca hepsi iyi birer dost, takım arkadaşı, takımın direk elemanlarıydı.
sonra, ilk bir yıl, rüdiger abramczik adında, arkadaşları tarafından "abi" diye çağnlan bir alman futbolcu vardı. rüdiger yıllar önce alman millî takımı'ndaki oyuncularımdan biriydi ve çalıştığım en sempatik futbolcular arasında yer alıyordu.
son olarak bir de fransız vardı. didier six 40'dan fazla millî maçın deneyimine sahipti. daha 1984'de fransa'da yapılan avrupa şampiyonasında fransa millî takımı'nda yer almış ve takımıyla birlikte ispanya'ya karşı oynanan final maçında şampiyonluğa ulaşmıştı. didier takım için çok değerli bir oyuncuydu; ayrıca takıma girme rekabetini artırmıştı.
görevim, bu çeşit çeşit insanı, öncelikle de kişilikleri bir araya getirmek ve onlardan oyun gücü yüksek bir takım oluşturmaktı.
takımın kaptanı fatih kişilikli bir insan, tepeden tırnağa bir spor adamıydı. her zaman başkalarına yardıma hazırdı. onu zor etki altına alabilir, ancak doğru bir dava adına her zaman yanınıza çekebilirdiniz. herkes için iyi bir örnek, cana yakın bir dost ve can yoldaşıydı...
sporun kurallarına uyamayanların ise ondan çekecekleri vardı. yüksek görev bilinci, aklı ve hayalperestliğe düşmeyişi, başka bir şeye müsaade etmiyordu.
sanırım, ondan pek hoşlanmayanlar da vardı. bazıları onu pek saydam bulmuyorlar ve ayrıca kendini beğenmiş biri olarak tanımlıyorlardı.
ben ise onu yeterince tanıyordum ve çevresine koruyucu bir kalkan ördüğünü, bu şekilde, özellikle kaybedilmiş ya da kötü oynanmış maçlardan sonra karmaşık duygular içinde futbola sırtını, dönenlere can sıkıntısını yansıtmamak adına, herkese, alçak gonullu ve ağır başlı tarafını göstermediğini biliyordum.
1985 yılında federasyon kupası'nı kazanmamızdan sonra galatasaray'a oyuncu ve kaptan olarak veda etmesine o zamanlar çok üzülmüştüm. onun sonra gelen büyük başarıları ve iki şampiyonluğu hak ettiğine yürekten inanıyordum.
bugün fatih türk millî takımı'nın antrenörü olarak artık benim meslekdaşımdır ve ülkenin en kabiliyetli futbolcularını türk millî takımı'nda hazırlamak gibi verimli bir görevin başındadır.
cüneyt, raşit, yusuf, ismail, semih, iki yıl sonra tanju ve büyük savaş (ikisi de samsunluydu), arif, muhammed, yedek kalecimiz hayrettin gibi türk futbolcular ile tugay, bülent gibi genç futbolcular ve diğerleri, yurt dışından gelen yabancı futbolcuları benimsemek ve onların çevreye uyumunu mümkün olduğu kadar kolaylaştırmak için çaba gösteriyorlardı.
fakat oyuncu olarak herkesle gerçek bir rekabet i-çindeydiler.
bir adım bile gerilemeden takımın ana kadrosuna girmek için mücadele ettiler. bunu büyük bir beceri ve yıllar sonra bugün bile hâlâ takdirle andığım bir başarıyla yaptılar.
benim en önemli görevim, futbolculara, doğuştan edindikleri temel anlayışlarını zedelemeden futbola yönelik bir düşünme biçimi aktarmaktı.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
türkiye'de de, ülkenin diline hâkim olmanın getireceği avantajların bilincindeydim. mustafa, ahmet ve ben üç dilde konuşuyorduk ve hiçbir zaman bu dillerden birinin önceliğe sahip olduğu duygusunu yaşamıyorduk. ben mustafa ile ingilizce konuşuyordum. mustafa, ahmet'le türkçe konuşuyordu. ahmet de benimle almanca.
futbol o kadar güzel ve buna karşın pek de karmaşık olmayan bir oyundu ki, belki bu yüzden mükemmel anlaşıyorduk. açık söylemem gerekirse karar vermek benim için zor oldu. orta karar ingilizcemle işi yürütmeye devam mı etmeliydim, yoksa derdimi anlatabilmek için kendi kendime öğrenmenin ötesinde, türk-çeyi bir öğretmenle birlikte gerektiği gibi mi öğrenmeliydim?
her şey farklı gelişti. ilk haftalar ve aylar kulüple ve takımla ilgili o kadar çok sorun getirdi ki, bunların yanı sıra bir de yeni bir dil öğrenmek için konsantre olmam mümkün değildi. bunun için yeterli zamanım da yoktu.
sonraları ilk başarılar ortaya çıkıp ileriye doğru atılan ilk adımlar kendini göstermeye başlayınca kendimi isimlerin, fiillerin, sıfatların, telaffuz biçimlerinin, negatif cümlelerin değirmenine bırakma ve doğal akışa uyma denemesinde bulundum. dilimi, yeni bir lisan öğretmek adına çözmek için büyük çaba gösteren harika bir öğretmenim vardı. hatta beni yetenekli bulduğunu bile söylüyordu. sonraki yıllarda beni duysaydı bütün iddialarından vazgeçmek zorunda kalabilirdi.
öğretmenim hak ettiğimden çok daha büyük çaba gösteriyordu. benim öğrenmeye ayıracak, hatta ders saatlerine uyacak kadar bile zamanım yoktu. ağlanacak durumdaydım. çin'de çince öğrenmek daha zor olamazdı herhalde.
florya tesislerine geldiğimde o gün iki asistanım mustafa ve ahmet'e türkçe olarak şu açıklamada bulundum: "türkçe öğreniyorum." cevap, bir kahkaha patlamasıydı.
"çok saygısızsınız," diye yine türkçe karşılık verdim.
"why do you learn turkish, herr derwall? (neden türkçe öğreniyorsunuz? )" diye sordu mustafa.
"sind sie nicht zufrieden mit uns? (bizden memnun değil misiniz?)" diye ekledi ahmet.
"tam tersi," dedim türkçe. "çok memnunum."
"okey," dedi mustafa. "we don't want to bother you. (pekala, sizi rahatsız etmek istemeyiz)"
"gidin başımdan," dedim onlara bir kez daha türkçe. ".antrenmana yine geç kalacaksınız. oyuncular bekliyorlar."
türkçe muhabbetim yarıda kesilmişti. yine de öğrenmekten duyduğum mutluluğu vurgulamak için "size göstereceğim!" diye bağırdım arkalarından.
ne düşündüklerini yüzlerinden okumak mümkündü: "önümüzdeki haftalar, aylar ve hatta yıllar boyunca bize muhtaç olmaya devam edecek."
türkçe öğrenmek zorunda kalan biri, ya bir yabancı dil dehası, ya, bir robot, ya da istanbul'da doğmuş olmalıydı. bu lisanın zorluk derecesini anlatmak için daha açık bir tasvir gelmiyor aklıma.
hangi dili kullanırsak kullanalım o günlerde müthiş eğlenmiştik. ama takım her zaman maç öncesinde de, antrenmanlarda da açık seçik verilen direktiflerle sahaya gönderiliyordu.
normalde aramızda beş dil konuşmak bile anlaşmayı sağlamak için yeterli olmayabilirdi. sorun çıkmamasını öncelikle futbolculara borçluyduk. herkes, sadece anlaşma sağlamak için değil, insanî ilişki kurmak için de çaba gösteriyordu.
"denizlisporlu bahtiyar kafasının üzerine topu almış sektire sektire dolaşıyordu... antrenmanda yapamayacağını, galatasaraylı futbolcuların arasında yapıyordu... ve seyirciler de sayıyordu: 'bir, iki, üç...' bahtiyar, etrafında 'sirk palyaçoları' gibi dolaşanların ortasında, altıya kadar saydırdı, sonra bir arkadaşına uzattı..." talay erker, sezona ünlü alman teknik adam jupp derwall ve 600 milyon liralık transferlerle giren galatasaray'ın fenerbahçe stadı'nda ligin son derece mütevazı ekibi denizlispor'a yenildiği maçtan bir enstantaneyi o günkü yazı sında böyle anlatmıştı. galatasaray'da kalecilik ve yöneticilik yapmış "kova" osman incili'yse stadı terk ederken indiği her basamakta "yahu 600 milyona bu futbolcuları alacaklarına, galatasaray hamamından dört tellak alsalardı, daha isabetli hareket etmiş olurlardı" diye söylenmeden duramamıştı. bu şok yenilgiden akıllarda kalan bir ayrıntıysa kaleci simoviç'in "bana gol atana altın saat hediye ederim" demesi ve üzerinden yıllar geçse de maçın tek sayısını kaydeden bulgar mehmet'e karşı sözünü tutmaması oldu.
bu mactan önce kendisine agır eleştiriler getirilen simovic.türkiye alışma dönemindeyim ve burada iyi işler yapmaya geldim demişti ve türkiye ligine kendisine ilk golü atacak futbolcuya bir kol saati hediye edecegini acıklamış fakat daha ligin ilk macında bu saati kendisine gol atan . bulgar mehmete hediye etmek zorunda kalmıştı ve galatasaray ligin ilk macını kaybetmişti kensisini eleştirenler bir süre daha eleştirmeye devam etmişlerdi