ilk basımı 2009 olan yavuz yıldırım, mustafa uçar'ın derlediği "sıcağıyla, acısıyla adana futbolu" kitabından;
adana demirspor günlerim, eser özaltındere
adana demirspor'a ankara gençlerbirliği'nden transfer oldum. gençlerbirliği'nde beni genç takımdan profesyonel takıma çıkaran ve üzerimde ısrar ederek piyasada yer edinmemi sağlayan, toprağı bol olsun rahmetli yüksel doğanay'dı. o zamanlar amatördüm. gençlerbirliği artık benden para kazanmak istiyordu. yüksel doğanay da o yıl adana demirspor ile anlaşmıştı. adana demirspor'a transfer etmek istediği oyuncular arasında ben de vardım. bu arada genç milli takım'da kısa bir süre de olsa hocalığımı yapmış olan ve yakınlarda hayata gözlerini yuman gündüz tekin onay da benim üzerimde duruyordu. işin ilginç yanı gündüz hoca da adanaspor ile anlaşmıştı. hatta her iki tarafla olan görüşmeler sırasında trafik karışmış, evimize gelen tarafları karşılaştırmamak için rahmetli annem epey bir çaba sarf etmişti. sonunda, yüksel doğanay'a yakınlığından dolayı gençlerbirliği kulübü benim adana demirspor'a transferime yeşil ışık yakmaya karar verdi. benimle birlikte gençlerbirliği'nden kaptanımız ismail ağabey de demirspor'a transfer edilmişti.
bu arada yıl 1974'tü ve kıbrıs barış harekatı gerçekleştirilmişti. aynı yıl ben fransa'da organize edilen üniversitelerarası futbol şampiyonası na giden takımda yer almıştım. fransa'dan döndükten kısa bir süre sonra artık adana'ya giderek sezon açılışına katılma zamanını gelmişti. ancak, ilk defa gurbete çıkıyordum. onun psikolojim üzerinde tedirginlik yaratan bir boyutu vardı. adana hiç bilmediğim bir yerdi. nelerle karşılaşacaktım? ayrıca, 1. lig'de ilk kez oynayacaktım ve başarılı olup olamayacağımı bilmiyordum. işin içerisine kıbrıs ba-nş harekatının ülke üzerinde yarattığı olumsuz atmosferi de katarsanız, karamsarlığımın derecesi biraz daha yükselmişti. adanaya doğru yola yüksel hoca'nm peugeot 504 (kendisi peugeot hastasıydı) marka arabasıyla çıktık. ismail ağabey de bizimleydi. sabaha karşı pozantı'da mola verdik ve yağda kızarmış bir tavuk yediğimizi anımsıyorum. hatta sabaha karşı yenilen bu tavuk bana biraz ağır gelmişti. adana'ya geldikten sonra ağba otelfne (sanıyorum adı buydu) yerleştik. o dönemler adanada konforlu denilebilecek fazla otel yoktu ve bu da o otellerden biriydi. ancak adana'nın pavyon hayatının canlılığından dolayı az sayıdaki o tür otellerde "pavyon kadını" diye isimlendirilen bayanlar da kalıyordu. ağba oteli'nde de aynı manzara söz konusuydu. otellerde klima da olmadığı için sabahleyin bir cehennem sıcağı etkisiyle ve terden sırılsıklam olmuş bir şekilde uyandığımı hatırlıyorum. tabii içimde yeni ve alışık olmadığım bir ortama gelmenin tedirginliği de vardı. sıcak ve otelin dışındaki voğun kalabalığın karmaşasının sesleri bu hassasiyetle birleşince psikolojim de epey duyarlı bir hale gelmişti.
demirspor lokali o zamanlar istasyonun biraz ilerisinde önünde geniş bir bahçesi olan tek kat bir binada yer alıyordu. kulüp bölümü ise ana binanın sol köşesinde ve merdivenle çıkılan ikinci kattaydı. lokal binasının arkasında açık düğün bahçesi ve hemen yanında da küçük bir saha bulunuyordu. orası çok küçük olduğundan genelde genç takımların antrenman yaptığı bir yerdi. profesyonel takım çok seyrek olarak ve özel durumlarda orada antrenman yapıyordu. o sahanın sol arka köşesinde de soyunma odamız bulunuyordu. hep orada soyunur ve giyinirdik. o zamanlar kulüplerin kendi tesisleri olmadığı için antrenmanlarımızı değişik sahalarda yapıyorduk. bazen ıncirlik'te, bazen dış sahasında, bazen de çukurova üniversitesi'nde...
incirlik sahası biraz uzak olduğundan, antrenmanlara gider ken futbolcular ya kendi arabalarını kullanırlardı ya da taksi tutulurdu. küçük sahanın dip bölümünde askeriyeye sınır olan yerde ağaçların altına derme çatma bir ayak tenisi alanı oluşturmuştuk. orada zaman zaman kıyasıya rekabetin olduğu ayak tenisi karşılaşmaları yapardık. bu oyunlarda birbirimizi öylesine kızdırırdık ki, birçok karşılaşma, kızdırılan kişinin kendisiyle dalga geçilmesinden dolayı oyunu bırakması nedeniyle yanda kalırdı. ama inanılmaz derecede güler ve eğlenirdik. ağba oteli'ndeki ilk gecemden sonra kulübe gittik. ancak, değişik bir ortama ilk defa girmenin yarattığı belirsizlik ve kuşkuların psikolojimi kuşatmasının oluşturduğu olumsuzluklardan dolayı ilk günle ilgili olarak pek fazla bir şey hatırlayamıyorum. anımsadığım sadece sezon açılışı ve yeni futbolcuları görmek amacıyla kulüpte oluşmuş bir kalabalıktı. akdeniz insanının coşkulu mizacı, kendi şiveleriyle gürültülü konuşmaları ve özgün fiziksel görüntüleri ile karışınca bendeki "acaba adapte olabilecek miyim" tedirginliği daha da yoğunlaşmıştı. anımsadığım diğer bir olay da o kalabalığın ortasında bir ara omuzlara alındığımdı. daha sonra sağlık kontrolü için tüm futbolcular bir sağlık kuruluşuna gittik. tabii eski futbolcular grubu birbiri ile içli dışlı olduklarından samımı bir diyalog içinde bulunuyorlar ve sürekli sakallı, koca kafalı, modern giyimli birine takılıyorlardı. o kişi de o kadar rahattı ki, futbolcuların o takılmalarına aynı güvenle yanıt vererek onlara lakaplarıyla hitap ediyor ve kendilerine yenilip yutulmayacak şakalar yapıyordu. bu kişiyi bir futbolcu, hem de ağırlığı olan bir futbolcu zannetmiştim. aynı kişi, soyunma odasına girince bana da sert ve umursamaz bir tavırla "sen şuraya soyunacaksın!" deyip havluları elime tutuşturunca bayağı bozulmuş, içimden de okkalı bir küfür savurmuştum. meğer bu kişi demirspor'un anlı şanlı ve sembol olmuş malzemecisi "kelle kadirmiş. daha sonra kendisiyle yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyecek derecede samimi olmuştuk.
benden önce demirspor'da hatta adana'da (çünkü, adanaspor'da da oynadı) isim yapmış çok iyi bir kaleci vardı; erden ağabey! ben geldikten sonra herkesin merak ettiği şey, acaba bu genç kaleci erden'in yerini doldurabilecek mi, sorusunun cevabıydı. hazırlık döneminde de bu kuşku varlığını sürekli korumuştu. sonunda ilk lig maçı geldiğinde çözüldü. ilk maçımızı altay ile oynuyorduk. o maçta başarılı bir performans ortaya koyunca , hele de ilk yarıda mustafa denizli'nin penaltı üzerinden ünlü sol ayağaı ile gelişine sağ köşeye gönderdiği topu kurtarma başarısını gösterince ve maçın sonucu da 4-1 bitince kendimi kabul ettirme konusunda önemli bir başlangıç yapmış oldum.
bu maç güven açısından bir ilk adımdı ama rüştümü ispat etmek için yeterli değildi. nasıl galatasaray ve fenerbahçe'de gerçek galatasaraylı veya fenerbahçeli olabilmek için birbirlerini yendikleri bir maçta oynamak gerekiyorsa, adana demirspor'da da aynı şekilde ezeli rakip adanaspor'un yenildiği bir maçta yer almak, demirsporlu olmanın ön şartıydı.
ilk adanspor maçı öncesinde, hatırladığım kadarıyla okuduğum üniversitedeki bir sınav nedeniyle ankara'ya gidip döndükten sonra, yanılmıyorsam küçük sürmeli oteli'nde yapılmakta olan takım kampına katılmıştım. ben kampa sonradan katıldığım için bana çatı katında tek kişilik bir oda düşmüştü. ankara'dan geç saatte gelmiştim ve adanaspor maçı nedeniyle epey heyecanlıydım. o odada tek başıma heyecanımla baş başa kalmıştım. sürekli bir sonraki gün oynanacak maçı düşünüyordum. yağan yağmurun dama vuran damlaları daha duygusal bir ortam yaratınca, bu durum heyecan dozumun ikiye katlanmasına neden oluyordu. huzursuz bir geceden sonra ertesi gün maça çıktık. yağmur hiç dinmemecesine devam etmişti. ancak, işler iyi gitmiş ve ilk derbim olan adanaspor karşılaşmasında göz dolduran bir maç çıkarmıştım. böylelikle taraftarın ve camianın tam güvenini kazanmış oldum.
o zamanlar adanaspor ve demirspor arasındaki rekabet gerçek bir derbi rekabetiydi. tüm taraftarlar o maçın havasına haftalar öncesinden girerlerdi. fakat maç öncesinde ve sonrasında hiçbir zaman taşkınlıklar olmazdı. taraftarlar galibiyeti veya yenilgiyi centilmenlik sınırları çerçevesinde kabullenirlerdi. her iki takımın da hasta taraftarları ve amigolan vardı. deli hüseyin adana demirspor'un, tantana kemal adanaspor un amigoları idiler. ama rekabet kalitesi fenerbahçe galatasaray derbisi kadar yüksekti. yenilen takım dört gözle bir sonraki maçı bekler, yenen takım taraftarlan ise bir sonraki maça kadar diğer takımın taraftarlannı ince esprileriyle kızdırmaya devam ederlerdi, iki takım arasındaki rekabet o kadar üst düzeydeydi ki, eğer dep-lasmandaysak ve kaybetmişsek ilk öğrenmek istediğimiz haber adanaspor'un puan kaybettiği haberiydi. eğer bu gerçekleşmişse yenilgimizi unuturduk. adanaspor'un tavrı da aynıydı. her iki takım futbolcuları iyi arkadaştılar. gerçi bunlar farklı mekânlarda takılsalar da ortak olarak bir arada oldukları yerler de vardı.
adana demirsporlu futbolcular, ama daha çok ağabeylerimiz, boş vakitlerini çoğunlukla herkesin bildiği bir bilardo salonunda geçirirlerdi. onların arasına adanasporlu ağabeylerden takılanlar da olurdu. genelde burada okey oynayarak zaman öldürürlerdi. bu mekânın sahibi parayı okey oyunundan alınan komisyondan kazandığı için burada yenilen yemeklerden ve içilen içeceklerden para alınmazdı. özellikle bu mekânda yenilen güveçlerin lezzeti daha bir başka olurdu. güveç geldikten sonra herkes bölüm bölüm güveçe takılır ve ayak üstü lavaş veya pideyi güveçe daldırarak yerlerdi. okey oyunu sırasındaki muhabbetin de tadına doyum olmazdı. yapılan espriler, takılmalar başlı başına birer olaydı. bu mekâna biz malzemeçi kelle ile ya tavla ya da bilardo oynamak için giderdik. bizim aramızda inanılmaz bir kapışma vardı. kim yenildiyse yanmıştı. oyun sırasında da sinirden zarlar havada uçuşur, pullar dişlenir, iki taraf da birbirlerini kızdırmak için ellerinden geleni ardlarına koymazlardı.
takımın kamplarında oynanan oyunlardan en önemlisi "basra" adı verilen ve piştiye benzeyen bir oyundu. arkadaşlar arasında da sürekli bu oyunu oynardık. ve bu oyunlar her zaman çok kanlı geçerdi. birbirimizi kızdırma nedeniyle alınan tad inanılmazdı. yenilen uzun süre kendine gelemezdi. özellikle koza otel'de oynanan oyunlarda rahmetli şükrü ağabeyin üzerine çok gidilirdi. o oyunların en aranan ismi yine malzemeci kelle kadir ve masör rıza idi. diğer çok kızan isim ise tombik ahmet'ti. şükrü ağabey çok sinirlendiği için, biraz da üzerine gidince zaman zaman kağıtları yırttığı, hatta yediği olurdu.
bu oyuna ayrıca bir espri de katmıştık. pişti yapan kişi, pişti yapılan kağıdı atanın burnuna pişti olan iki kağıtla hafifçe vuruyordu. fakat, daha sonra bu hafifçe vuruşlar yerini daha sert tokat şeklindeki vuruşlara bıraktı. tabii bu teknik oturana kadar, buruna kağıt yerine elimizin değmesinden dolayı burun kanamalarına neden olan durumlarla da karşılaşılmıştı.
biz basrayı demirspor lokalinde de oynardık. aynı heyecan orada da yaşanırdı. bu lokalin müdavimleri çoktu. hepsi de başlıbaşına özellikli insanlardı; burun recai, kedi melih, sabit oktan, pilot nuri, ihsan ağa, özbek özler, fahri gez vb... hatırladığım kadarıyla lokalin işletmesi puto mustafa ile necati ağabey'e aitti. pilot nuri de en büyük basracılardan biriydi. yüksek sesle konuşması, kahkahaları ve "zort"u çok meşhurdu. bu şahsına münhasır tipler yavaş yavaş lokale gelmeye başlayıp ekip tamamlandı mı, inanılmaz espriler ardı ardına patlardı. hele televizyonda bir maç izlenirken birbirine takılanların oluşturduğu mizah ortamı milleti yerlere yatırırdı. puto mustafa fazla konuşmazdı ama bir konuştu mu da gülmekten kırılır geçerdik. özbek özler, adana'nın köklü ailelerinden gelen toprak sahibi saygın bir kişiydi. o da o ortamın insanıydı, arada sırada inanılmaz ilginç espriler üretir, etrafa neşe saçardı.
yemeklerimizi genelde gar lokantası'nda yerdik. orasını muharrem ağabey işletirdi. adana'da o zamanlar sulu yemek yapan çok az lokanta vardı. gar lokantası da bunlardan biriydi. oranın garsonları da espri kaynağıydı. onlardan biri de yamuk hasan'dı. sırtında bir problemi vardı herhalde. o yüzden eğik bir şekilde yürürdü. o dönemler adana da herkes en büyük havayı pavyonda dost tutarak atmaya çalışırdı; en küçüğünden en büyüğüne büyük bir çoğunluk uğraşır, çabalar kazandığını pavyonda harcayarak ya da oradaki bir konsomatrise yedirerek veya onunla bir süre takılarak, aklınca dost sahibi statüsü elde eder ve kısa süreli de olsa ağalık taslamanın tatminini yaşardı. hatırladığım kadanyla yamuk hasan'ın da öyle bir takıntısı vardı. çünkü, başta kelle olmak üzere, birçok kişi ona bu konuda takılarak ortalığı kahkahaya boğarlardı. hayal edebiliyor musunuz; garson yamuk hasan, o yamuk haliyle pavyondaki bir locada koca bir masanın arkasına tek başına kurulmuş, bir konsomatrisin omuzlarına da kolunu atmış, önünde şampanya kovası, yüzünde edalı bir gülümseme ile gururlu gururlu etrafına tafra saçıyor. yazarken bile gülmekten kendimi alamıyorum.
adana çok sıcak olduğundan ve mutfaktaki hamamböcekleri de yok edilemediğinden bazen yemeğin içinde yüzen ölü hamam böcekleri ile karşılaşırdık. bu durumda yamuk hasan, kendine has bir ritüelle ve iki parmağıyla titiz bir şekilde yemeğin içindeki hamam böceğini alır, dışarı atar, ardından da elini sakin bir şekilde omuzundaki peşkirine silerdi. bunu yaparken de sanki sıra dışı hiçbir şey yokmuş ve bu davranış da son derece olağanmış gibi konuşmasına devam ederdi. yamuk hasan gerçekten âlem adamdı...
özellikle iklimin müsait olduğu dönemlerde akşam yemeklerimizi bazen tefo mehmet'in yerinde yerdik. tefo mehmet abartılı yalanlarıyla meşhurdu ve bunlar tefo mehmet fıkralarının ana konusunu oluştururlardı. onun yeri, baraj yolunda bahçesi olan yeşillikler içerisindeki bir lokantaydı. ayrıca tefo'da fasıl da vardı. özellikle kazandığımız maçlardan sonra orada yemek yemenin farklı bir amacı da olurdu. çünkü, tüm adana demirsporlu taraftarlar galibiyeti kutlamak için oraya gelirlerdi. böylelikle, tebrikleri kabul etmek ve onore olmak imkânını elde ederdik. tefo'nun yerine takım içerisindeki ağabeylerimizle gittiğimizde ise bayağı bir gırgır yapardık. çünkü, ağabeylerimizin içinde ismail ağabey gibi biri vardı ki, çok mukallit bir insandı; tefo mehmet'e, kelle'ye, fasıldaki tefçiye takılır, neşemize neşe katardı.
maçlar iyi gittiğinde, o haftamız huzur içerisinde geçerdi. maçın ertesi günü süslenir püslenir erkenden sokaklara çıkar, büyük bir gururla yürür, yürürken tebrikleri kabul eder, dostlarımızın çalıştırdığı mağazalara uğrar, muhabbet eder, maçı tartışır, daha sonra arkadaşlarımızla buluşur (ki benim buluştuklarımdan biri muhakkak kelle olurdu), birlikte mekânımız olan bilardo salonuna ya da demirspor lokaline uğrardık.
ama o hafta yenilmişsek utancımızdan evden dışarı çıkamaz, sokakta yürürken kimseye görünmemeye çalışırdık. hele yenildiğimiz maç akşamı; herkes lojmana kapanır, yenilginin nedenlerini tartışır, üzüntüsünü sonuna kadar yaşar, hüzünlü müzikler dinler, isyan eder, şanssızlığımıza ya da yaşadığımız olumsuzluklara veya hakeme lanet okuyarak gece çok geç vakit, büyük bir hüzünle yataklarımıza girerdik.
küme düşmeye oynadığımız çok sezon oldu. tabii böyle durumlarda hep kötü talihten, şanssızlıklardan şikâyet edilir ve o şansı çevirebilmek içinde bazı yollara başvurulur. bu konuda da adana'nın ve demirspor'un simgesi çok değerli ve rahmetli ağabeyimiz, özel insan muharrem gülergin çok duyarlıydı. onun inançları nedeniyle âcil puan ihtiyacıyla oynadığımız kritik maçlara çıkışımız hep büyü törenlerine dönerdi; önce okunmuş pirinçler yutulur ya da şekerler ezilir, daha sonra koridorun çıkışında tütsüler yakılır, tütsülerin içinden ve dumanından öksüre tıksıra maça çıkardık. hele bir de o maçı ka-zanmışsak yanmıştık! çünkü, sonraki maçlarda aynı ritüel daha yoğunluklu bir şekilde tekrarlanırdı.
dedim ya, çok zaman küme düşmeye oynadık diye... ama o sezon eğer kurtarmışsak keyfimize ve huzurumuza doyum olmazdı.
öyle bir maç yaşadık ki, tam bir finaldi. galatasaray ile istanbul da oynayacaktık. en son maçtı ve muhakkak berabere kalmamız gerekiyordu. ve o hafta bir tek bizim maç ertelenmişti. ecevit'in mitinginde suikast düzenlenecekmiş söylentisi yüzünden maç pazartesine alınmıştı. bir gün daha beklemek stresimizi daha da arttırmıştı. tarif edilmez bir gerginlik içerisindeydik. maç öncesi soyunma odasında çıt çıkmıyordu. sonunda galatasaray'dan beraberliği kopararak kümede kalmayı başardık. dönüşte adana havaalanında mahşerî bir kalabalık bizi karşıladı. gerçekten görülmeye değerdi. uçaktan omuzlarda indirildik. şehre kadar inanılmaz bir konvoy eşliğinde getirildik. sabahlara kadar kümede kalmamız kutlandı. şehirde şampiyonluk sevinci oranında bir sevinç yaşandı. o dönemler, adana demirspor ve adanaspor adanalı için gerçekten çok önemliydiler. bu takımların performans grafikleri ve bunlar üzerine inşa edilen yaşam içerikleri onların günlük yaşantılarının vazgeçilmez birer odağı haline gelmişti. bu takımların aldığı sonuçlar ve bu takımlar merkez olmak şartıyla yaşanılan olaylar adanalıların hayatlannı renklendiriyor, monotonluktan kurtanyor, yaşamlanna farklı bir anlam katıyordu. adanalılar takımların başarıları ya da yenilgileriyle seviniyor veya üzülüyorlardı. insanların aralarındaki muhabbetlerinin en önemli konularından başlıcalan takımları ve onlar hakkındaki haberlerdi. bu konulann yarattığı çeşitlilik adanalıların dünyalanna zenginlik katıyordu. her iki takım da türkiye çapında futbolculara sahiptiler. onlarla gurur duyuyorlar, kendilerini onlarla ve başarılarıyla yücelmiş hissediyorlardı. fakat bu arada takımlarını oluşturan futbolcular da o ilgiye layık, ya da en azından layık olmaya çalışan karakterde oyunculardı. bu futbolcu profili ise, o dönemlerin değerlerine denk düşen bir fotoğrafı betimliyordu; dürüst, işinin hakkını veren, eğer verememişse onun cezasını çekmesi gerektiğine inanan, katakulli peşinde koşmayan, içi dışı bir olan, erdemli bir insan karakterini...
benim zamanımda demirsporlu bekâr futbolcular değişik lojmanlarda kaldılar. bunlardan ilki, yüzme havuzunun hemen yanındaki ve cadde üzerindeki (caddenin adı atatürk caddesi olabilir) bir apartman katıydı. kaçıncı katta kaldığımızı şimdi hatırlamıyorum ama yüksekteki katlardan biriydi. lojmanda kalanlar; ben, ismail ağabey, erol ağabey, ankaralı hasan, rasin, iskoç ismail, basketçi alâattin ağabey, kaleci selâhattin ve masör rıza idi.
basketçi alâattin ağabey inanılmaz neşeli, mizahî yönü çok kuvvetli, aynı zamanda mukallit bir insandı. hele ismail ağabeyle karşılıklı esprileşmelere başladıklarında, bir de arada kelle varsa, masör rıza da konuya dâhil olmuşsa gülmekten yerlere yatardık. özellikle kaleci selâhattin'e çok takılırlardı. biz gece saat 12 sıralarında yatmaya hazırlanırken alâattin ağabey pavyon hazırlığına başlardı. tabii bu hazırlık sırasında da sözlü şakalar ve taklitlerin ardı arkası kesilmezdi. eğer maç sonrası bir tatil akşamı ise, ya da muhabbet uzamış ve uykumuz kaçmışsa, acıkırdık. bu durumda ya masör rıza veya kelle, küçük saatteki sucuk ekmekçi dedeye gönderilir oradan sucuk ekmek aldırılırdı. bazen de atlayıp kendimiz giderdik. sucuk ekmekçi dede'nin etrafı hep kalabalıktı. pavyondan çıkıp eve gitmeden açlığını bastırmak isteyenler, taksiciler, ya da ününü duyup gelenler başlıca müşterileriydi. dedenin ekmekleri yeni fırından çıkmaydı; çeyrek ekmeğin içini boşaltır, içine yağları damlayan özel sucuğunu ve yeşilliklerini yerleştirirdi. bunun yanına da şalgam suyu içecek olarak eklendi mi, parmakların yenmemesi işten bile değildi. onun sucuk ekmeklerinin lezzetini unutmaya imkân yoktur.
daha sonra iki lojman daha değiştirdik. bunlardan sonuncusu demirspor lokaline yakın bir apartmandı. bu sefer de teras katında kalıyorduk. bu teras katında bana düşen oda, 3 metre-ve 5 metre boyutlarında bir bölümdü. etrafı da bütünüyle camekândı. sabahleyin belli bir saatten sonra adana güneşi odanın içini cayır cayır yakmaya başlayınca terden sırılsıklam vaziyette uyanırdım. o zamanlar klima da çok yaygın değildi. şimdi o günleri bir kez daha anımsayınca o sıcaklara nasıl da-rımışım hayret ediyorum. ama yine de o günlerde çok mutlu olduğumu anımsıyorum. hele o küçücük odada gece yatağıma yattığımda istasyondan gelen vagon çarpışmalarının sesleri ve aksamın esintisiyle uykuya dalışımdaki huzuru hiçbir zaman unutamam. o kadar ki, yastık kılıflarına ve çarşaflara sinmiş ekşi ter kokusu bile o dönemlerde benim için farklı bir anlam ifade ediyordu.
teras, akşamları çok güzel eserdi. o yüzden bazı akşamlar arkadaşlarla lojmanda toplanır basra oynardık. aynca o zamanlar yazlık sinemalar varlıklarını hâlâ koruyorlardı ve lojmanın üç bir tarafı yazlık sinemalarla doluydu. biz terasta soyunmuş dö-künmüş akşam serinliğinin tadına varırken bir taraftan da etrafımızdaki yazlık sinemalarda oynayan filmleri izlerdik.
bu teras katında bulunan lojmandaki unutamadığım en önemli anım; ilk sarhoşluğumdu.
yılını tam anımsayamıyorum. ancak, sokağa çıkma yasağı olan bir gündü. belki de bu yasak nüfus sayımıyla ilgiliydi. yasağın olacağı önceden belli olduğundan hazırlıklar bir hafta evvelinden başlamıştı. ismail ağabey in peugeot'suyla, özbek özler'in misis taraflarındaki çiftliğine gitmiş bol miktarda portakal ve king mandalina stoku yapmıştık. çerezler tedarik edilmiş, içki olarak da "gordon gin"de karar kılınmıştı. o zamanlar piyasada gordon gin bulabilmek filân pek mümkün değildi. ancak, bu eve tıkılma gününde içkimizin de özel olması gerekiyordu. ayrıca adanasporlu misafirlerimiz de vardı. onlarla ilgili olarak köksal mesci'yi hatırlıyorum da başkaları var mıydı onu çıkaramıyorum. bu özel günün şanına uygun olarak özel içki siparişi incirlik üssüne verildi ve yeteri kadar gordon gin istihkakı oradan sağlandı. nihayet yasaklı gün geldi ve sofra kuruldu. sofrada inanılmaz zevkli bir muhabbet vardı. ilerleyen dakikalarda gordon gin'in hasret kalınmış içki lezzeti taze narenciyenin aromasıyla birleşince içki bardakları ardı ardına boşalmaya başladı. ortamdaki herkes benim içki konusundaki bakirliğimi bildikleri için muziplik adına sürekli kadeh tokuşturup kadehimin boşalmasını sağladıkları gibi nefes almaya fırsat vermeden yeniden dolduruyorlardı. bu arada ben dudaklarda beliren hafif tebessümlerden epey bir kuşkulanmıştım. ancak, erkekliğe zeval gelmesin diye tezgâha mecburen boyun eğiyordum. esasında başlangıçta ve sandalyede otururken olayın pek farkına varamamıştım. ne zaman ki tuvalete gitmek için ayağa kalkmaya yekendim, işte o zaman hanyayı konyayı anladım. bir türlü sağa sola sendelemeden yürüyemiyordum. ne kadar kendimi zorlarsam zorlayayım düz çizgide yürümeyi bir türlü başaramıyordum ve yavaş yavaş inanılmaz bir baş dönmesi de kendini göstermeye başlamıştı. uzatmayalım, tuvalet ziyaretinden sonra ben bir daha masaya dönemedim. yatağa kendimi zor atmamla beraber dipsiz kuyulara doğru seyahatimde başlamış oldu. neyse, sonunda birkaç tuvalet ziyaretinden sonra mide boşalınca kendime geldim. böylelikle ilk sarhoşluğumu da o teras katında bir nüfus yoklaması gününde gordon gin ile birlikte ifa etmiş oldum.
yüzme havuzunun yanında bulunan ilk lojmanımızdakı anılarımın benim için özel bir yeri vardır. bu durum, belki adana'daki ilk yıllarım oluşundan belki de o lojmanda kalanları nevi şahsına münhasır kişiler olmasından ve iyi bir grup olmamızdan kaynaklanıyordu. bizler o lojmandayken, özellikle kazandığımız maçlardan sonra grup halinde mersin'deki "white horse" gece kulübüne giderdik. burası gerçekten çok özel bir gece kulübüydü. sahibinin lakabı boksördü. geçmişte boksörmüş galiba. kel kafalı bir adamdı. o dönemler daha beyrut'ta iç savaş yaşanmadığı için ve oradaki gece hayatı çok renkli olduğundan avrupa'dan oraya giden revüler dönüşte white horse'a da uğrardı. öyle kalitedeki bir kulüp o zamanlar belki istanbul'da bile bir elin parmakları kadar azdı. revüdeki bayanlar da çok özeldi. gece kulübü grubumuzda genelde; ismail ve erol ağabeyler, iskoç ismail, ankaralı hasan ve kaleci selahattin bulunurdu. maçtan sonra gece geç vakit süslenir püslenir, erol ağabey'in ford arabasına doluşurduk. yol sırasında kartuşlu kasette erol sayan'ın "kadehinde zehir olsa ben içerim bana getir" şarkısı çalarken, arabanın açık pencerelerinden içeri dolan akdeniz rüzgarının esintisi ve mis gibi kokusuyla bambaşka bir ruh haline dalardık. tabii arabadaki neşemize de diyecek olmazdı. çünkü, maçı kazanmış ve kuş gibi hafiflemiştik. yol sırasında hararetli hararetli o günkü maçın tartışmalarını yapar, maç öncesinde ve içerisinde ortaya çıkangülünecek olayları bir kez daha abartılı bir şekilde gündeme getirerek keyfimize keyif katardık. gece kulübüne girdikten sonra kapıyı görebilecek sota bir loca arar, oraya yerleşirdik. so-ta bir loca diyorum çünkü, her an rahmetli yüksey doğanay hoca'nın baskınına uğramamız söz konusu olabilirdi. yüksel doğanay özel hafiye gibiydi. en büyük zevki, futbolcuların özel hayatlarını didiklemekti. grup locaya yerleştikten sonra sahnedeki programlar izlenir ve daha sonra da göze kestirilen revü kızlarından bir-iki tanesi aramıza davet edilirdi. çoğumuz yabancı dil bilmediğimizden ve kızlar da yabancı olduklarından en gelişmiş tarzancamızı kullanarak gırgır şamatamıza devam ederdik. ismail ağabey kendi özel tarzancasma komiklikler de katar, bunlara kızlar da uyum sağlayınca eğlencemizin kıvamı tadına doyulamayacak noktalara ulaşırdı. bu arada uygun yerde oturan arkadaşımızın gözü hep kapıda olurdu. çünkü, her an özel hafiye yüksel doğanay'ın baskını beklenmekteydi. gece sona erdikten sonra, bu sefer de gece kulübünde yaşadıklarımızın esprili yanlan başlıca konumuzu oluşturur ve deşarj olmuş bir vaziyette güle oynaya lojmana dönerdik.
adana demirspor'da çok saygın ağabeylerim ve can dostlarım oldu. özellikle ismail ve erol ağabeyler bizlere kusursuz bir ağabeylik yaptılar ve örnek oldular. onların hayatımda özel bir yeri vardır. daima bizi korudular ve kol kanat gerdiler. her ikisi de mükemmel futbolculardı ve savunmanın göbeğinde oynarlardı. onlar gibi savunma oyuncularını bugün bile bulmak kolay değildir. hatalı yediğim hiçbir golde benimle ilgili olumsuz tek bir davranış içerisinde olduklarını hatırlamıyorum. onlar, zamane birçok savunma oyuncusu gibi hatalı olmasa bile yenilen her golden sonra mimikleriyle, el kol hareketleriyle seyirciye kaleciyi hedef gösterip suçu onun üzerine atarak kendilerini işin içinden sıyırma gibi ucuz politika yollarına kesinlikle başvurmazlar, maçın dışındaki hiçbir ortamda bu gollerin konusunu dahi etmezler, kimseyi çekiştirmezlerdi ağırlıkları ve kendilerine saygıları olan insanlardı. derleyip toparlayıcıydılar. dâima dik dururlardı. anadolu insanının bütün güzelliklerine ve değerlerine sahiptiler. aynı şekilde rahmetli şükrü, aloş, suphi ağabeyler ve güray ağabey de öyleydiler. biz onların ağabeyliklerinin önderliğinde biçim kazandık. kendileriyle aramızdaki sevgi ve saygı hiçbir zaman eksilmedi. büyüklerle küçüklerin gerçek bir sevgi ve saygı içerisinde bütünleştikleri çok uyumlu bir futbolcu grubuna sahiptik. ağabeylerin dışındaki grup da kendi içinde aynı ahengi devam ettiriyordu. o kadar takılmaya, birbirini kızdırmaya karşın aralarında hiçbir küskünlük ve dargınlık olmamıştı.
adana ortamı öyle bir ortamdı ki, insanların espri konusu olabilecek özelliklerini anında öne çıkarıp onları gülmece objesi hâline getirebiliyordu. örneğin; tombik ahmet o dönemlerde bir türlü derman bulunmayan ergenlik sivilcelerine sahipti. denemediği ilaç kalmamış fakat bu derdine çare bulamamıştı. bu yüzden de sürekli isyanlardaydı. kelle ne zaman onu kızdırmak istese hemen bu derdini gündeme getirir ya da "kızılcıklar oldu mu" türküsünü söylemeye başlardı. tabii bu olayın hemen arkasından tombik'in adana şivesiyle döktürdüğü küfürler arka arkaya sıralanır, kelle'nin attığı hin kahkahalar tombik ahmel'i daha da kızdırır ve bu arada da o, kahkahalarının arasında sivilce edebiyatı yapmaya devam ederdi.
bir de arkadaşlarımızın arasında kaleci ahmet vardı. onun zayii noktası ise sesinin güzelliğine çok inanması nedeniyle bir assolist edası ve figürleriyle türk sanat müziği konseri vermeye çok meraklı oluşu idi. deplâsmana giderken otobüste canımız sıkılınca ismail ağabey kelle'ye bir işaret çakar, kelle de yavaş yavaş kıvamına getirecek şekilde kaleci ahmet'e gaz vermeye başlardı. gazı alan ahmet alkışlar arasında konsere hazırlanırken, birisi onun tanıtımını ekolu bir şekilde anons eder, bir diğeri ise o esnada ağzıyla herhangi bir makamdan giriş taksimini gerçekleştirirdi. bu dolduruşlarla iyice havaya giren ahmet ayağa kalkar, ünlü assolistler gibi sanki saz heyetine start verir-mişcesine sağ elini yukarı kaldırır ve indirdiği anda en yüksek perdeden konserinin ilk parçasına giriş yapardı. bu arada alkışlar daha da yükselir, ıslıklar artar, yaşa varol sesleri ve naralar arasında kaleci ahmet coştukça coşardı. fakat işin kötü yanı, daha sonra onu bir türlü susturamazdık.
malzemeci kelle ile masör rıza'nın diyalogları da ortamı neşelendirir ve bizleri çok güldürürdü. rıza, fırsatını yakaladı mı, hele bir de muhabbet atmosferi elverişliyse usul usul ve son derece ciddi bir şekilde kelle kadir ile oynamaya başlardı. tabii bu arada gruptaki kişilerde bu oyuna çanak tutarlardı. ilerleyen dakikalarda artık insanlar kendilerini tutamayıp bıyık altından gülümser hâle geldiler mi, kelle'nin bir dolap çevrilmekte olduğu konusundaki kuşkulan da artardı. bu durumda ilk tepkisi ve uyarısı "lan rıza!" olurdu. bu, "rıza ayağını denk al!" demekti. rıza oynamayı kesmez ve dozajı arttırınca, gruptakiler de artık kendilerini tutamaz ve katıla katıla gülmeye başlayınca, o da olan biteni kavrar ve "ananı, bacını" diyerek rıza'ya saldırır, aralarında kısa süreli bir kovalamaca yaşanırdı. o dönem bizler, en büyüğünden en küçüğüne, masöründen malzemecisine; insani değerlerin temel alındığı yaşamla iç içe geçen son derece doğal ve dolu dolu bir hayat yaşadık.
ben kendimin, böyle bir sürecin içerisinde varolmuş ve o güzellikleri yaşamış bir kişi olmaktan dolayı çok şanslı olduğuna inanıyorum. çünkü o yaşanmışlıklar, insan olmanın en temel göstergelerinden biri olan ve insanın yaşamla olan bağını kuvvetlendiren, ona geçmişte yaşanmış bir serüvene sahip olmanın önemini kavratan, ayrıca da bir ömür boyunca dile getirmekten büyük keyif alacağı anıların yer aldığı bir dünyaya sahip olmasına imkân sağlayan ayrıcalıklardır.
özellikle insana ait güzelliklerin yerini güce tapınmanın, güç ile paranın hegemonyasının ve sınır tanımayan menfaat kayırmalarının aldığı, neye ya da kime hizmet ettiği, aynı zamanda ne menem bir şey olduğu belli olmayan küreselleşme ortamında, adana demirspor günlerinin değerleri ve mutlulukları daha bir önem kazanıyor. bu noktada bir anıyı daha burada dile getirmek istiyorum. demirspor'da ilk iki yılım dolmuştu ve gündemdeki kalecilerden biri olarak belli bir piyasam oluşmuştu. rahmetli gündüz hoca da beşiktaş ile anlaşmıştı ve beni de beşiktaş'a almak istiyordu. beşiktaş tarafından istanbul'a davet edildim. mekki başak bey'in bürosunda konuştuk ve prensipte anlaştık. fakat demirspor taraftarı benim bırakılmamı istemiyordu. sonuçta ankara'ya rahmetli muharrem gülergin ve kelle kadir geldiler. kendileriyle stad otel'de buluştuk. muharrem ağabey benimle anlaşmadan adana'ya dönmeyeceğini söyleyince, elim kolum bağlandı. muharrem ağabey benim için ankara'ya gelmişti ve onu kırmam mümkün olamazdı. zaten kulüpte kendisini kıramayacağımı bildiği için onu göndermişti. sonunda biz beşiktaş'a verdiğimiz sözü yedik ve tıpış tıpış adana'ya geri döndük. böylelikle araya muharrem gülergin'in girmesinden dolayı ikinci kez gündüz hoca'yı yarı yolda bırakmış ve beşiktaş gibi bir takımın teklifini tepmiş oluyordum. ama başka bir şey yapamazdım. paradan da beşiktaş rüyasından da daha önemli şeyler vardı. bize öğretilen buydu.
evet! o dönemin futbolcuları "eski kuşak futbolculardı ama; "adam gibi adamlardı!..."
aramızdan ayrılan; aloş, şükrü, arap suphi ağabeylere, iskov ismail'e ve necmettin'e tanrı'dan rahmet diliyorum. hepsinin toprağı bol olsun!... son sözü bir şiire bırakarak yazımı bitirmek istiyorum...
eski kuşak futbolcular
ki onlar eski kuşak futbolculardı onlar ki bizlerdik... tüm yaşamı bir maç gibi görürdük yenilgiyi kabullenemez her mücadeleyi yeni bir başlangıç sayardık
onurluyduk! gururlu ve çelebi ruhluyduk ki bizler eski kuşak futbolculardık..
özü sözü bir olan hırslı insanlardık can dostluğa inanırdık... adalet arar haksızlığa boyun eğmezdik ki bizler birer şövelyeydik...
ne çare bugüne teslim olduk tıpkı eski kuşak insanlar gibi... yıkıldık yenildik kaybettik!...
bizler yeni bir sayfa da açamazdık ki bizler eski kuşak futbolculardık...