ilk basımı 2005 yılında olan ziya adnan'nın "çünkü biz ankaragüçlüyüz!.." isimli kitabından;
1970 ankara doğumlu, jeoloji mühendisi murat yavuz, ankaragücü tribünlerine senelerini vermişlerden biri. zengin anı birikiminden birkaçını, bu kitaba aktarmamıza olanak sağladı:
1983 yılı. kapkaranlık sisli kopkuyu bir kış günü ankara'da hava gündüz mü gece mi belli değil? nefes alınamaz vaziyette, kömür dumanı her yerde ne redeyse gaz maskeleriyle dolaşılacak. rezalet bir sabah, geceden yağan kar sabaha kadar ankara'mızı duman etmiş radyodan bir haber: olumsuz hava koşulları nedeniyle ankara valiliğinin aldığı kararla ilk ve orta dereceli okullar bir gün tatil edilmiştir. muhteşem! daha güzeli olamaz, sabah sabah sıcacık evden kim çıkacak bu karda kışta? zaten istanbul deplasmanı için para peşinde koşarken bir de okulda yemekti, tosttu derken zula tüketilecek. çok iyi oldu, süper bir haber, allah valimize zeval vermesin.
kar yağışı bitmiş tamamen ayaza çevirmiş akşam üstü. evdeki son hazırlıklar okul tatili sebebiyle rahatça yapılmış. çorap içine çorap, pantol içine pijama, kazak üstüne kazak... tam deplasman kıyafeti. masum yalanlarla, evdekilerden dolaylı da olsa izin koparılmış:
- valla arkadaşlarda ders çalışıcaz, haftaya çok zor sınavlar var.
- bırak oğlum yalan söyleme, ders çalışmaya bu kadar kalın giyinerek gidilir mi?
- valla arkadaşların sobaları yanmıyor, tedbirli olalım dedik.
- aman git, ne halin varsa gör.
kumbara patlatılmış, evdeki gazete ve şişeler satılmış, deplasman parası denkleştirilmiş. tüm ekmek arası peynir hoop mideye. kayıntı da tamam. hazırlanılmış ve yola konulmuş. şimdi doğru stada. ha babam yürü, de babam yürü. saat akşam üzeri ya altı ya altı buçuk, stadyumun oralardayız. dış kapının önünde kalabalık var. ama ortalıklarda otobüs falan yok, biraz bozuluyor ve hemen ordaki ağabeylerimize soruyoruz:
- otobüsler ne zaman gelecek?
- gece on gibi gelirler, merak etmeyin. camcı özcan fazladan otobüs almış. yavaş yavaş, saat dokuzdan itibaren buralarda olur. siz dolanın buralarda, fazla da üşütmeyin haa! gerekirse spor salonlarının oraya zulananın.
otobüs garantisini de aldıktan sonra ekiple beraber başlıyoruz turlamaya. önce rüzgârlıdaki kahvelere, ardından çankırı caddesi'ndeki birkaç kahveye derken saat sekize yaklaşıyor. koşar adımlarla stada yerimize gidiyoruz. bakalım son bilgiler ne?
stadın oradaki kalabalık bir hayli artmış, ayazda bir felaket, yerdeki kar sulan donmuş, eksi küsür sıcaklığı daha da eksiye düşürüyor. aman bir an önce binsek de gitsek diyoruz...
neyse, saat sekiz buçuk gibi iki tane otobüs uzakta görülüyor. fiyakalı, hani camlarında küçük hava alma delikleri olan, beyaz renkli kırmızı ve yeşil bantlı bir otobüs ile yeşil renkli kırmızı çizgili bir otobüs. beyaz otobüsün arkasında camda ağlayan çocuk resmi var - hani şu meşhur resim. arkasında da bir yazı: öz yalvaçlı. otobüsler yaklaştıkça park vaziyetine geçerken kalabalıktaki sesler çoğalıyor, uğultu yükseliyor:
- bu ne yaa, bu kadar adama iki otobüs yeter mi?
- biz nasıl sığacaz.
- ulen 20 otobüstük adama 2 otobüs ne.
o sırada fırça bıyıklı babayiğit bir ağabeyimiz (her maç maratonda gördüğümüz fakat yanma yaklaşamadığımız büyüklerimizden):
- rahat durun oğlum daha gelecek, burada kimse kalmaz merak etmeyin diye kükreyince grup rahat bir nefes alıyor.
hemen organize olunuyor, tek tek otobüslere biniliyor. dolan otobüse:
- sen git kaptan şu ilerde dur, konvoy halinde gidecez, çek sağa bekle diyorlar.
tam ilk otobüs dolduğunda kalabalıkta bir hareketlenme oluyor, millet sağa sola bakışmaya başlıyor. o anda anlıyoruz ki diğer otobüsler de sırayla gelmeye başlıyor. gençlik parkı - gar tarafından dönen otobüsler yavaş yavaş tıslaya tıslaya kornalar klaksonlar çalarak geliyorlar. kalabalıkta sesler marşlara türkülere dönüşüyor, insanların yüzünde savaşa giden yeniçeri edasıyla "gururlu ve güçlü" bir ifade beliriyor, soğuktan, ayazdan, kardan, çamurdan etkilenmiş bedenlere can geliyor.
velhasıl net sayısını bilmediğim kafile ile konvoy halinde staddan ayrılıyoruz.
otobüs sorumlumuz olan ağabeyimiz ayak üstü konuşma yapıyor:
- gençler otobüslere sakın ha zarar vermeyin, durduğumuz yerlerde akıllı olun, kimseyle atışmayın, efendi olun, enerjinizi istanbul'a saklayın. sonra başlıyoruz otobüste sohbetlere. hemen geyik muhabbetleri başlıyor:
- mavi tren full geliyor.
- özel arabalarla gelenler de çok.
- 20 otobüs olmuşuz çok sağlam gidiyoruz.
- önce geneleve inelim mi?
- taksimde dolaşsak bir, ah be ne gacılar vardır.
5 saat kadar sonra (yaklaşık 4 kere yol kenarı tuvaleti molasından sonra) gerede'ye varıyoruz... kar burada 1 metreden fazla, önümüzde yol açma çalışması yapan ekiplerle ancak bu kadar saatte gelmişiz bunca yolu. uzun yemek molası diye bir tesiste duruyoruz. yan yana 6 otobüs var ve herkes bir taraflara dağılmış. biz de ayak uydurup lokantaya dalıyoruz. kayın ti sağlam; yarım tabak kuruyla 1,5 ekmek cubbaaaa...
neyse ağabeylerimizin bağrışmaları ile tekrar otobüslere biniyoruz. yola devam. bir ya da bir buçuk saat sonra kaptan:
- arkadaşlar bir sorunumuz var, kalorifer bozuldu, yola devam etmemiz çok zor, buraya kadarmış diyor.
daha bolu'ya gelememişiz, burada biter mi bu sevda, hemen büyükler olaya el atıyor.
- kaptan bizi boşver, sana atkı palto verelim, sen bizi istanbul'a götür, ankaragüçlü üşümez, merak etme, diyorlar.
- hem istanbul'da daha rahat yaptırırsın arabayı. pekâlâ, diyor kaptan ve yola devam ediyoruz. uyumuşuz, hem soğuktan hem yorgunluktan.
saat 8.00 gibi yıldız yokuşundan beşiktaş'a doğru inerken gözlerimizi açıyoruz. ağaçlıklı yola girdiğimizde uykumuz iyice açılmış, sabah sabah istanbul'da yağan aşırı kara bakarak;
- ulan bu kadar sıkıntı çektik ya maç iptal olursa diye düşünmeden de edemiyoruz.
kaptanın gözler kıpkırmızı, burun mosmor, kulaklar artık soğuktan yeşermiş, isyanlarda. bizi inönü stadı'nın arka tarafında trafolar bölgesinde indiriyor. çok şükür tüm otobüsler bizden önce gelmiş, son gelen öz yalvaçlı turizm yolcularını, yani bizleri beklemişler, herkes büzüşmüş, herkesin suratı morarmış, öylece bekliyorlar.
stada doğru yürüyüşe geçiyoruz. fakat çok ilginç, stad çevresinde kimse yok, bir allahın kulu yok! arabalar geçmiyor, her yer bembeyaz. sanki başka bir dünyaya inmişiz.
sanki buralar dağbaşı, neredeyse kurt inecek. ama hava aydınlık. sadece yoğun bir kar yağışı, tam tabiri ile lapa lapa kar yağıyor.
neden insanlar yok, âlemde bir manyak biz miyiz, diye düşüne düşüne yürüyoruz. stadın eski açık bölümüne (denize bakan kale arkası) geliyoruz.
yoldan tek tük geçen arabalardan bize uzaylıymışçasına bakanlara el kol hareketi yapılıyor. arada bir ısınmak amaçlı "ankara - ankara - ankara" tezahüratı ile istanbul'a günaydın çekiyoruz.
hemen ağabeylerimiz organize olup sağa sola koşuşturmaya başlıyorlar. bu arada küçük küçük gruplar halinde kopmalar başlıyor bizde de. kimileri geneleve, kimileri eş dost akrabaya, kimileri gacı görürüz edasıyla taksim'e doğru. biz ise kala kala 100-150 kişi dışarıda ağabeylerden gelecek bilgileri bekliyoruz.
bir saat kadar böyle kar altında bembeyaz olana dek bekledikten sonra haber geliyor:
- arkadaşlar maç iptal edilecekmiş.
- eve dönüyoruz.
hoppalaa, bu kadar çileli yoldan gelmişiz, bu kadar zorluk çekmişiz. olacak iş değil!
diğer büyüklerimiz ne yapabiliriz diye koşuşturmaya başlıyorlar. yaklaşık yarım saat sonra iki abimiz canhıraş vaziyette koşarak geliyorlar.
bu arada kar abartmış, lapa lapa yağış gümbür gümbür koca koca taneli bir hal almış, üç dakikada adamı bembeyaz edecek aşamaya gelmiş. ağabeylerimizden tıknaz, göbekli olanı:
- arkadaşlar maç tatil edilecekmiş. sahayı temizleyecek ekip gelmemiş. bu nedenle iptal olacakmış. biz de 'merak etmeyin, biz temizleriz' dedik. bu nedenle kimse kaybolmasın... hem maça beleş gireriz, diye rapor ve talimat verince, hepimizin gözünde ışıltılar beliriyor, kan dolaşımımız hızlanıyor. kalabalıkta uğultular yükselmeye başlıyor, yorumlar yorumlan kovalıyor ve sonunda karar veriliyor:
evet biz ankaragücümüz için bu staddaki karlan küreyecegız!
kale arkasının araç giriş kapısından içeriye alınıyoruz şansımız varmışçasına kar da sanki hafifliyor - ya da bize öyle geliyor...
kenarda duran tahta kar kürme aletleri, kürekler ve el arabalannı görünce, aklımızda hayalimizde her zaman yeşil olarak yer eden saha bembeyaz -ve bir o kadar kaim bir beyaz!- olarak görününce gözümüze olayın ciddiyeti anlaşılıyor. bize şaka gibi gelen, beleş bilet ya da eğlence gibi görünen bu iş gerçekten ciddileşiyor galiba, diye düşünürken;
- hadi arkadaşlar, ya allah, diye bir ses bizi hayal aleminden gerçeklere döndürüyor. alıyoruz elimize kürekleri, başlıyoruz küremeye. önceleri yarı şaka yarı ciddi, kartopu savaşı, kardan adam yakalamaca şeklinde başlıyor iş. sonra damarlardaki yorgunluk ve karın sinir edercesine yağmaya devam etmesiyle, sanki maaşlı görevliymiş, işimiz buymuş gibi bir hale giriyoruz. kar küreme lafını duyup da araziye uyanlardan sonra yaklaşık 100 kişi, didiniyor, kürediğimiz karları kenarlara, taç çizgisinden 30-40 cm ileriye yığıyoruz. biz küredikçe arkamız doluyor, yeşili ancak 5-6 dakika görebiliyoruz.
ayaklarda derman kalmamış, eller kopmuş, soğuk bitirmiş, koca stadı kürüyoruz. ama emekler nafile, arkamız yine bembeyaz. bu kör dövüşü yaklaşık 3 saat sürüyor. aramızdan kaytaranlar, kapalı alanda uyuyanlar yok değil hani, ama büyük bir mücadele örneği vererek, adımıza şanımıza yakışanı yapıyor ve sözümüzü tutuyoruz.
kravatlı, uzun paltolu biri geliyor..
yanında da iki kişi daha geliyor ama öndeki kravatlı adamda bir müdür havası var, arkadakiler el pençe divan durmuşlar. kravatlı, orta sahanın kapalı kısmına kadar, yerleri kontrol ede ede geliyor, arada bir arkasına dönüp, ayak izlerine bakıyor galiba. yürüyor yürüyor, iyice yanımıza yaklaşıyor. o adım attıkça, bizdeki derman daha da bitiyor, şevkimiz iyice kaçıyor. kravatlı adam, artık tam ortamızda, onu ve ekibini daire içine almışız, söyleyeceklerini can kulağıyla dinleme pozisyonuna giriyoruz. ve bilip de asla duymak istemediğimiz kelimeler bir bir dökülüyor amcamın ağzından:
- arkadaşlar çok yoruldunuz.
- sağolun, varolun.
- sizin yaptığınız bu fedakârlığı asla unutmayacağız ama, emekler zayi oluyor bu kar durmayacakmış, meteorolojiden öğrendik, hakem de maçı erteledi, sizlere tekrar teşekkür ederiz.
o soğukta kaynar su bulabilsek başımızdan aşağı ancak bu kadar dökülürdü, diye düşünerek alet edevatı öylece bırakıp biraz küfür biraz sloganlarla beşiktaş'ın boş tribünlerine isyan ederek dışan çıkıyoruz.
sonrası.... otobüse ne zaman bindik, hangi otobüse bindik... nasıl geldik, nerelerde durduk, kopup ayrılan gruplar ne ara geldi de tekrar birleştik, molalarda ne çorbası içtik hatta içtik mi, hatırlamadan, gözümüzü kore parkı'nda açıyoruz.
bu deplasman macerası böyle bitmişti. çok can sıkıcıydı.
ama sonuçta biz ankaragüçlüydük. canımız bedenimizden ayırılana kadar da ankaragüçlü kalacaktık.
merak edenlere not: erteleme maçı 1-1 bitti, bizim golü iskender attı.