fenerbahçe'nin karagümrüklü kabadayı futbolcusu abdülkerim'in taha dağlı'ya bordeaux maçıyla ilgili söyledikleri şöyle;
-bordo maçının primini 2 gecede yemişsiniz.
"yok iki gece değil de bir haftada yedim. o zaman avrupa kupasında büyük bir zafer yaşamıştık. iyi prim vermişlerdi. bazı arkadaşlar sıfır 131 murat otomobiller yeni çıkmıştı ondan almışlardı yani bir sıfır araba parası prim vermişlerdi. ben bütün mahalleyi aleme götürmüştüm o parayla, bir haftada da bitirmişik primi."
-gece hayatınızda mahalle arkadaşlarınızla mı takılıyordunuz?
"karagümrük'te doğup büyüdüğüm arkadaşlarım, onlardan ayrılamazdım, zaten ben gündüz antrenman bittikten sonra direk karagümrük'e gelirdim, kahvede okey oynardım akşam olunca da arkadaşlarla içmeye falan giderdik. tabi takımdan da arkadaşlarımla sürekli gezerdim. iki grupla da ayrı takılırdım."
bir önceki sezonu şampiyon olarak bitiren fenerbahçe, o zamanki adıyla şampiyon kulüpler kupası ilk turunda 1984 avrupa şampiyonu fransa'nın güçlü temsilcisi bordeaux ile eşleşmiş.. bir zamanlar beşiktaş'ı çalıştıran tigana, gires, batista, lacombe gibi dünya futboluna damgasını vurmuş isimler bordeaux'nun kadrosunda..
ilk bakışta izlenim şu; fenerbahçe bu takımdan fark yiyerek kupaya daha ilk turdan veda eder.. ancak bu takımın adı fenerbahçe.. ummadık anlarda inanılmazı başaran fenerbahçe..
fransa'daki maç başlayınca o gün bir destan yazılacağı daha henüz ilk dakikalarda belli oluyor.. ilk golü selçuk atıyor.. yürekler kıpır kıpır.. ama karşılaşmanın daha henüz başları.. sonra 1-1 oluyor.. ''eyvah şimdi fark yiyeceğiz'' derken bu kez sahneye b.şenol çıkıyor. fenerbahçe 2-1 önde.. ama fransızlar'ın maçı bırakmaya niyeti yok.. bir kez daha skor eşitleniyor.. bundan sonrası tam bir çin işkencesi.. sahada 11 cesur yürek, radyoları başında milyonlarca fenerbahçeli kıyasıya bir savaşın içine giriyor bordeaux'da.. ve bir genç adam çıkıyor sahneye. o ana kadar oynadığı muhteşem oyunun mükafatını almak için fransızlar'ın kalesi önünde fırsat kolluyor. sonra.. sonrası mutluluk gözyaşları.. işte o genç adam yani hüseyin çakıroğlu takımının 3'üncü golünü bordeaux ağlarına gönderip, fenerbahçe'yi tarihi bir zafere ulaştırıyor. sonrasında istanbul'da 0-0'lık beraberlik ve geçilen tur..
bu aynı zamanda hem fransızlar'a hem de fenerbahçe'ye inanmayanlara atılan bir tokat oluyor.. gaziantep'ten fenerbahçe'ye bir sezon önce gelen hüseyin, çok ama çok seviliyor. ancak genç futbolcunun küçük bir sorunu ortaya çıkıyor.. o da ayağındaki küçük bir çıban. hüseyin bunun için soluğu, yönetici hüsnü çil ile birlikte profesör dr.kaya çilingiroğlu'nun muayenehanesinde alıyor. başlıyor derdini anlatmaya;
-''kaya abi.. şu küçücük şey masaj olurken hem canımı acıtıyor, hem kötü gözüküyor. alalım şunu gitsin..'' çilingiroğlu, hüseyin'in ayağındaki çıbanı kontrol ediyor ve ''hüseyin bunu almasına alalım da, daha sonra da biopsiye gönderelim. sonra altından kötü bir şey çıkmasın. içimiz rahat olsun'' diye cevap veriyor.. hüseyin tez canlı. dinler mi. ''amannn abi. kim bekler yarını'' diyerek soluğu özel bir klinikte alıyor.. aldırıyor o hain, küçük çıbanı ayağından ve devam ediyor futbol yaşantısına..
geliyoruz 1985'in aralık ayına. adana'da polonya bir milli maç var. hüseyin, selçuk, abdülkerim, müjdat milli takım kadrosunda. pazar günü akşam toplanacak milli takım. ama fenerliler lig maçlarını cumartesi oynayıp soluğu ertesi sabah adana'da alıyorlar. milli takım teknik direktörü coşkun özarı kampa erken gelen fenerli futbolcuları uyarıyor; ''aman gözünüzü seveyim ortalıkta fazla dolaşmayın. buralar ucuz sanatçı kaynıyor. sonra hakkınızda dedikodu çıkar..'' selçuk, hüseyin'le oda arkadaşı. ''hadi hüseyin gel biraz dolaşıp dönelim'' diyor. ama hüseyin ''benim halim yok'' diye reddediyor. selçuk daha sonra odaya döndüğünde bakıyor ki, hüseyin bitkin bir şekilde uyuyor.. nereden bilsin ki o hain çıbanın neden olduğu hastalık oda arkadaşını esaret altına almış.. 3 gün sonraki milli maçta hüseyin şahane oynuyor. ama bu onun son maçı oluyor. milli takım dağılıyor, fenerli futbolcular istanbul'a dönüyor. ertesi gün yapılan antrenmanda hüseyin bir kafa topuna çıkarken yere yığılıp kalıyor. apar topar amerikan hastanesi'ne kaldırılıyor sarı-lacivertli futbolcu. teşhis; kanser.. sonrası bir film şeridi çabukluğunda geçiyor hüseyin için. ama umutlar da yavaş yavaş tükeniyor. kulüp, oyuncusunu amerika'ya gönderiyor tedavisi için. ancak iş işten geçmiş. küçük bir çıban, dert yumağı olup 28 yaşında hüseyin'i bizden alıyor.
ve sonrasında şu dizeler dökülüyor onun için ağızlardan;
genç yaşta bu dünyadan göçüp, gittin hüseyin bizleri acılara atıp, gittin hüseyin
mehmet yüce'nin, "romantik yürekler: futbol tarihimizin yeni devreleri: 1952-1992, türkiye futbol tarihi - üçüncü cilt" kitabından;
ilhan özgen anlatıyor:
- metin nerede? - bilmem, görmedim. - metin’i gördün mü? - ben de onu arıyorum...
düğün töreni, rutine uygun şekilde devam ederken, başaktörlerden damat metin, kalabalık arasında kaybolmuştu. telaşlı gelin gülay, harıl harıl damadı aramaya başladı. her yeri didik didik etti. kime sorsa aynı cevabı aldı. kimse metin’in nerede olduğunu bilmiyordu. biraz sonra kafasında şimşekler çaktı ve metin’in futbol tutkusunu hatırladı bir kez daha. muhakkak fenerbahçe’nin maçı vardı ve muhakkak onu izlemek için ortadan kaybolmuştu. düğünün yapıldığı bahçenin içindeki küçük sarı eve doğru ilerlemeye başladı, kapıyı açtı. coşkulu bir karşılama onu bekliyordu:
- gülay, sarı hüseyin attı! bordeaux’yu fransa’da yeniyoruz!
fenerbahçe sevdalısı metin, ülke futbol tarihinin en büyük avrupa başarılarından birini, amcasının oğluyla birlikte radyodan dinlemek adına düğünü bırakıp gitmişti. o gün fenerbahçe, tigana’lı giresse’li bordeaux’yu fransa’da 3-2 yenmiş, türkiye’deki maçta da 0-0’la turu geçmişti. avrupa’da tur atlamanın kaf dağı’nın doruklarından dahi uzak olduğu 1980’li yılların başındaki bu zafer, bizim damat gibi birçok futbolseverin hafızasına mıh gibi çakılmıştı âdeta. bu başarı, birkaç yıl sonra daha da üste çekilecek ve galatasaray, şampiyon kulüpler kupası’nda yarı finale çıkacaktı. metin ise coşkusundan bir şey kaybetmeden, ‘ezeli rakip’ sıfatı aklına dahi gelmeden prekazi’nin golünde havalara uçacaktı...
bugün, “futbolu niye bu kadar seviyorsun?” sorusuna verdiğim cevap olmuştur üst kısımda yazdıklarım. sevgili babam ve annemin, tamamıyla gerçek olan düğün anılarından bir yıl sonra, bu futbol sevdalısı adamın oğlu olarak dünyaya geldim. evet, fanatik bir fenerbahçeliydi ama aslında oyuna âşıktı. hattâ doğan ilk çocuğu bendeniz ile ilgili ilk temennisi de “büyüse de birlikte dünya kupası izlesek” olmuştu. bugün dillere pelesenk olan ‘futbol kültürü’ mefhumu henüz icat edilmemişti ama üzerine tezler yazmışçasına oyundan nasıl zevk alınacağını öğretti bana da. yıllar sonra trabzonspor’un aston villa, galatasaray’ın uefa zaferlerini birlikte kutladık. beşiktaş’ın rasim kara önderliğinde şampiyon olmasını gönülden istedik. 15 yaşımda “takım tutmak bana göre değil” diyip taraftarlığı bıraktığımda gıkı çıkmadı. bugün düşündüğümde “iyi ki futbolu ondan öğrenmişim” diyorum.
futbolu bu kadar ‘doğru’ seven adama ve onun tutkusuna büyük saygı duyan anneme bir kez daha teşekkürü borç bilirim...