almanya,italya ile birlikte avrupa kupası finallerinde en geç yenilen takım ünvanını paylaşmaktadır.her iki takımda finallerde 11.maçta ilk yenilgilerini almıştır.
sıralama şöyle:
almanya11.maçında ilk mağlubiyetini almış: 1984 finalleriispanya1-0almanya
italya11.maçında ilk mağlubiyetini almış: 1988sscb2-0italya
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
bu kitap için 1992'de dünya turu yapmayı planladığımda türkiye'ye gitmek aklıma bile gelmemişti galiba. gençlerin avrupa'da bir ay yaklaşık 250 dolara dolaşmasını sağlayan bir interrail tren bileti almıştım, istanbul güzergâhımın çok dışında kalıyordu. pek de üzülmüyordum bu duruma: türkiye zaten futbolda iyi değildi. türkiye'de nasıl iyi bir öykü çıkarabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. bütün bildiğim, her zamanki basmakalıp görüşlerdi: kızgın güneş, kızgın taraftarlar. kimin umurundaydı?
ancak 2000'in eylül ayında ilk kez geldim türkiye'ye, türkiye'nin dünya kupası eleme grubundaki isveç maçını yazmak üzere bir japon dergisi tarafından gönderilmiştim. 2003'ün mart ayında, ingiltere-türkiye maçının hemen öncesinde türk gazetecileri, oyuncuları ve elimden geldiğince çok kişiyle röportaj yapmak üzere yeniden geldim. her iki ziyaretimde de 1992'dekinden daha güzel, daha hoş vakit geçirdim.
ınternet icat edildiğine göre türkiye'de birtakım insanlar bulup gelmeden onlarla randevulaşabilirdim. dilini konuşmadığım bir ülkeye gelip, elimde bir kâğıt parçasına kargacık burgacık yazılmış birkaç eski telefon numarasıyla sekreterlere estonya dilinde (ya da ukrayna, ya da portekiz ya da hangi ülkeyse o ülkenin dilinde) bay talanca'nın hiç tanışmadığı bir 'ingiliz gazeteciyi' kabul edip etmeyeceğini, bay falancamın hâlâ o adreste bulunup bulunmadığını ve aslında yaşayıp yaşamadığını sormakgibi eski bir yönlemden daha üstündü kuşkusuz bu veni yöntem.
türk lirasının aşağı kayması bir başka nimetti benim için. 1992'den beri sefaletten kurtulmuştum (japon dergilerinden allah razı olsun), istanbul ise durmadan ucuzluyordu. otobüslerin kalkış saatlerini arayarak vaktinizin yarısını harcamak zorunda olmayınca bir kitap için araştırma yapmak çok daha kolay. taksilere binebiliyordum, günde dört öğün tıka basa yemek yiyerek moralimi de adamakıllı yükseltiyordum. böyle yolculuk yapmak neredeyse haksızlık gibi geliyordu bana.
on yıl içinde korkaklığını da biraz azalmıştı. bu kez o kadar cesurdum ki türk milli takımı menejeri can çobanoglu'nu cep telefonundan arayıp ondan almanca konuşan oyuncularla görüşme ayarlamasını istedim. (kendimi kitap yazdığını ileri süren dilenci kılıklı bir öğrenci gibi tanıtmak yerine, times gazetesinde çalıştığımı söyleyebilmek yararlı oldu.)
bu yaklaşımım sayesinde ümit davala ve tayfun korkutla röportaj ayarlandı. tayfun bana iki saat ayırdı, almanca yerine ingilizce konuşmak için yalvardı (reddettim), hattâ çayımızı oteldeki hesabına yazdırmak konusunda ısrar etti (umarım türkiye futbol federasyonu kızmaz buna). tayfun'a minnettarım.
yeni bir yeri gezen karacahilin yapması gereken ilk şey kendini önyargılardan kurtarmaktır. istanbul'da ben birkaçından hemencecik sıyrıldım. birincisi, basının -yıllar önce manchesıer united'ı karşılarken açılan pankarta gönderme yaparak- bu kenti sürekli 'cehennem' olarak tanımladığı bir ülkeden gelmiştim. mavi boğaziçi'ne ve milyonlarca neşeli ıstanbullu'ya bakarak bir tepede otururken istanbul'u cehenneme benzetenlerin ikisine de gitmediği açıkça anlaşıldı.
ikincisi, türklerin futbolla yaşayıp futbolla öldüğünü duymuştum. ama bir son dakika golüyle isveç karşısında uğradıkları yenilginin 2002 dünya kupası'ndakı yerlerini tehlikeye sokmasından sonra (tarih ne kadar da değişik olabiliyor) yanı maçın ertesi günü istanbul'da dolaşmaya çıktım ve herkesin her zamanki gibi neşeli olduğunu gördüm.
2003'ün mart sonunda türkiye'ye tekrar geldiğimde savaş falan da yoktu. türkler için bu durum apaçık, ama binlerce kilometre öteden bakan biz avrupalılar için istanbul bağdat'a komşu neredeyse, istanbul'dayken bir gün, real madrid'in pazarlama müdürü jose angel sanchez'e telefon ettim, öyle bir zamanda istanbul'da oluşuma hayret etmişti. dahası, bir pazar öğleden sonrası ırak'ta ağır çarpışmalar sürerken istanbul'da bir gazetenin bürosunu ziyarete gittiğimde herkesin televizyondan gaziantepspor-beşiktaş maçını seyrettiğini gördüm.
türkler savaşta olmadığı gibi, kızgın insanlar da değillerdi, hattâ kızgın güneş de yoktu. doğrusunu isterseniz mart sonunda kar yağıyordu. kulağa sıradan gelebilir ama bu benim istanbul'u yepyeni bir gözle, önyargılardan kurtulmuş olarak görmeme yardımcı oldu. bir arkadaşımın dediği gibi, bir ülkeyi görmeye gittiğinizde işin püf noktası zihninizin stereotiplerle değil bilgilerle dolu olması. bu olanaksız ama deneyebilirsiniz.
tamam, stereotiplerden kurtuldum, istanbul'un bir üçüncü dünya kenti olduğuna karar verdim. üçüncü dünya'nın ana özelliklerden birkaçı istanbul'da da vardı: sokakta bir sürü insan sizinle konuşmaya çabalıyor ('nereden geldin ahbap?'); güzel eski bir kentin üzerine çirkin bir modern kent kurulmuş; küçük bir seçkinler tabakası güzel aydınlık ofislerde çalışıyor ve yabancı dil biliyor ve nüfus da günden güne artıyor. 1950'de (beşiktaş'ın sahasının kentteki tek futbol stadı olduğu dönemde) istanbulluların sayısı belki bir milyonken bugün yaklaşık 9,5 milyona yükselmiş. bu durum istanbul'un avrupa dakı herhangi bir yerden çok bombay ya da mexico city ye benzemesine yol açıyor. kent 'avrupa' kentlerinden sıluetiyle (minareler) ve gece atmosferiyle de (burada daha az sarhoş var) farklı. ama herkes bana çok iyi davrandı. herhangi bir uygarlık çatışması hissetmedim.
bu durum şu önemli soruya/soruna yol açıyor. avrupa birliği'nin yeni anayasasının mimarı giscard d'estaing, türkiye'nin 'bir avrupa ülkesi olmadığını' ve ab ye alınmaması gerektiğini söyledi. ülkenin müslüman nüfusuna, yüksek doğum oranına göndermede bulundu, türkiye'nin 'farklı bir kültür, farklı bir yaklaşım, farklı bir yaşam biçimi' olduğunu belirtti.
türkler'in çoğu avrupa ya katılmak istiyor. bu kuşağın türkler'e ilişkin en büyük siyasal sorunu bu galiba (galatasaray'ın uefa kupası'nı kazanması bir metafordu). futbolsa bu sorunu irdelemek için en uygun ortam, çünkü futbol türkiye'nin avrupalılaştıgı tek alan. spor baskı noktası, türk 'kültürü' (o her ne ise) ile avrupa'nın buluştuğu nokta. ülkenin olası geleceği konusunda işte o noktada fikir edinebilirsiniz.
türkiye'nin avrupa tarzı futbol oynamaya nasıl başladığı türkler'in iyi bildiği bir öykü. beşiktaş'ın boğaz kıyısındaki stadına tepeden bakan bir yerde, hilton otelinin barında o öyküyü baştan sona ilk kez, iktisatçı ve futbol yazarı deniz gökçe'den dinlemiştim ben. her şey 20 haziran 1984'te, paris'te oynanan batı almanya-ispanya maçının doksanıncı dakikasında, büyük ispanyol savunma oyuncusu antonıo maceda'nın, oyunun tek golünü kafa vuruşuyla kaydedip almanlar'ı avrupa şampiyonasının dışında bırakmasıyla başlamış. almanya'nın çalıştırıcısı jupp derwall, kovulmuş. aynı yıl galatasaray'a gelmiş. o dönemde ortalama türk futbolcusu, bencil, bastıbacak bir top sürücsüymüş. 1984'ün kasım ayında türkiye kendi evinde ingiltere'ye 8-0 yenilmiş. "türkiye'yi tutardım. berabere kalınca sevinirdik." tayfun çocukluğunu böyle hatırlıyor. o yıllarda futbol tutkunları ulusal takım yokmuş gibi davranırmış, kulüpleri izlerlermiş onun yerine.
derwall, daha iyi beslendikleri için daha yapılı ve almanlar gibi yetiştirilmiş almanya doğumlu türkleri takıma almaya başlamış. ne yazık ki, türk futbolcuların padişahlar gibi yaşadığı harem hayatına maruz kalınca onlar da işe yaramaz olmuş. ama yine de bir başlangıçmış bu. derwall, oyunculara çimlerde antrenman yaptırmak gibi yeni bir düşünceyi uygulamaya koymuş. o ve öbür alman çalıştırıcılar (ve beşiktaş'ta da ingiliz gordon milne) futbolcuları gerçekten çalıştırmayı başarmış. türk televizyonu yabancı maçları yayınlamaya, izleyicileri pas kavramıyla tanıştırmaya başlamış. euro 96'ya katılan türkiye, ne gol atabildiği ne de puan alabildiği halde oldukça başarılı sayılmış. öykünün geri kalanını herkes biliyor.
türkiye'nin vasat bir futbol takımı varken bugün avrupa'nın en iyi takımlarından birine sahip olması ve aynı zamanda da orta ölçekli bir avrupa ülkesiyken kıtanın nüfus açısından üçüncü ulusu haline gelmesi bir rastlantı değil. türkiye'nin nüfusu 1945'te 19 milyonken 1973'te iki katına çıkmış, günümüzdeyse 68 milyona ulaşmış. avrupa'da yalnızca rusya ve almanya daha kalabalık. türkiye büyürken avrupa ülkelerinin çoğunda nüfus azalıyor. avrupa'dakilere birkaç milyon türk ekleyin, hem de genç olsun, ülke futbol potansiyeli açısından almanya'ya bile rakip çıkar.
kısacası, küreselleşme ve nüfus patlaması türk futbolunu kurtardı. türkler sonunda iyi futbol oynamanın yalnızca bir yolu olduğunu kabullendiler: brezilyalıların hünerini, italyanların savunmasını. almanların çalışma ahlakını, hollandalılar'ın hareket yeteneğini birleştirmek. futbol, ulusal üslupların işe yaramadığı bir endüstri. butun farklı öğelere sahip olmanız gerekiyor. ben bu kitabı yazarken bora milutmovic santa barbara'da bana şunu söylemişti: "en iyi futbol her yerde aynıdır." bugün iyi futbol seyretme şansınızın en yüksek olduğu yerler batı avrupa ve brezilya, iyi futbol öğrenmenin tek yolu da bu bölgelerden birinde kalmak (şaşmaz biçimde batı avrupa'da, çünkü brezilya'nın real'i türk lirası gibi). en azından futbolda türkiye avrupalı oldu.
aslında avrupa'dakı hiçbir ulusal takımda, bir başka avrupa ülkesinde yetişmiş bu kadar çok oyuncu yok. türkiye 30 ekim 1961'de batı almanya'yla, alman ekonomi mucizesine katkıda bulunmaları için binlerce 'misafir türk işçisi' gönderilmesine ilişkin bir antlaşma imzaladı, işçilerin eninde sonunda türkiye'ye geri döneceği düşünülüyordu. ama hiç dönmediler. kadınlar da almanya'ya gitti, aile kurup yerleştiler. bugün almanya'da iki milyon türk yaşıyor.
"almanya'daki birçok türk, vatanına özel bir bağla bağlıdır çünkü özlerler türkiye'yi" dedi bana tayfun, kulağa herhangi bir stuttgart'lı genç konuşuyormuş gibi gelen schwaben aksanlı almancasıyla. türk takımının ingiltere'ye uçmadan önce kaldığı otelin barında konuşuyorduk. içerisi loştu, bir şarkıcı, modası geçmeyen şarkılardan söylüyordu, neredeyse geceyarısına kadar konuştuk, bu sırada ona bir merhaba demek için durmadan yanımıza gelip giden oluyordu. garsonlardan biri fenerbahçe'ye ne zaman döneceğim sorunca, tayfun kibarca yanıt verdi ama sonra bana dönüp şöyle dedi: "işte tam türkler'e özgü bir davranış, meşgulken insanı rahatsız ederler.
"annem temizliğe giderdi, babam da işçiydi. tipik bir işçi ailesi işte. bu insanlar hep geri dönmek istediler ama babam hiç dönmedi, ailem türkiye ye hiç dönmez artık, ama ülkem için oynadığımı görmek onlara gurur veriyor."
almanya'dan gelen türkler takım arkadaşlarından farklı mı? "sorun oluyor" dedi tayfun. "bazan sofrada üçümüz dördümüz almanca konuşuyoruz çünkü esas dilimiz almanca. bazı şeyler var ki 'hah işte onlar almanya'dan' dedirtebilir sana. başlangıçta türkçemız o kadar iyi değildi, hem bazan birbirimizi daha iyi anlıyoruz çünkü aynı şekilde yetişmişiz. birkaç yıl öncesine kadar alman kültürünü türk kültüründen daha iyi biliyordum. ancak fenerbahçe'de beş yıl oynayınca tanıdım kendi ülkemi. ama artık o sorun yok. oyuncuların çoğu türkiye'de de oynuyor, almanya'dan gelenler de öyle. elbette burada çok şey öğrendik."
işin tuhaf yanı, o mükemmel oyunculardan yalnızca yıldıray baştürk almanya'da başarılı oldu. tayfun şunu anlattı: "alman kulüpleri, alman çalıştırıcılar, türkleri topla oynama açısından çok yetenekli ama disiplinsiz buluyordu. bu ırkçılık değildi, türk futbolculara karşı bir önyargıydı yalnızca. belki de önyargı haklı çıkıyordu çünkü birçok genç türk oyuncu, zaman zaman özel yaşamlarındaki sorunlar yüzünden, a takımlarına sıçrama yapamıyordu, almanya'daki ikinci kuşak türkler (benim de içinde bulunduğum kuşak) sorunlar yaşıyordu, çünkü birçok genç almanya'daki kültüre uyum sağlayamamıştı."
batı avrupa'nın her yerinde türkler'in ikinci kuşak sorunu var. ben hollanda'da büyüdüm, türk kökenli yaklaşık 300.000 kişi yaşıyor orada, ama hemen hemen hiçbiri hollanda futbolunda iz bırakmadı. ahmet keloğlu, mustafa yücedağ, fuat ve suat ustanın kısa ve parıltısız futbol yaşamları oldu hollanda'da. yalnız bugünlerde, roda kerkrade'nin genç savunma oyuncusu fatih sonkaya biraz daha çok umut veriyor. oysa, batı hint adalarından gelenler hollanda nüfusunda hemen hemen türklerle aynı orana sahip ve aralarından gullit, rıjkaard, seedorf, kluivert, davids vb. vb. çıktı!
1950lerde çocukken münih'te yaşamış olan deniz gökçe, bana şunları söyledi: "ikinci kuşak için hayat zor. çoğu işsiz, tren istasyonlarının çevresinde geçiliyorlar zamanlarını." görünüşe bakılırsa, göçmenlerin ilk kuşağı kendilerini ayrımcılık, düşük ücretler ve zor yaşamlar beklediğini düşünüyordu, oysa ikinci kuşak kendilerini göç edilen ülkeye ait hissediyor ve kabul görmeyi talep ediyor. yeniyetmelige eriştiklerinde kendilerine de yabancı gözüyle bakıldığını keşfedince öfkeleniyorlar. hannover üniversitesinden bir sosyologun araştırmasına göre yerel amatör maçlarda çıkan kavgaların inanılmayacak kadar büyük bir bölümü, bir türk' takımı alman takımıyla karşılaştığında yaşanıyor. türkler hakemin kendilerine karşı olduğunu, maruz kaldıkları ırkçı tutumun görmezden gelindiğini düşünüyor. ben paris'te hemen hemen diplomatlar ligi. denebilecek bir ligde, irlanda' adlı bir takımda oynuyorum. italya, kamerun, isviçre, fas gibi takımlarla karşılaşma yapıyoruz; en zor, en sevimsiz bulunan takım türkiye. herkes onlarla oynamaktan nefret ediyor.
tayfun konuşurken öyle çok el kol hareketi yaptı ki çaydanlığa çarptı sonunda: "ama ben almanya'da 21 yıl yaşadım. ne ırkçılık ne de başka bir konuda almanya hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. almanya'da yaşamak bana çok şey kazandırdı. farklı yetiştirildik, genç takımda değişik antrenmanlar yaptık, belki de buradaki oyunculardan farklı özelliklerimiz var, disiplin ve irade gibi." sağ kanatta güçlü bir şekilde bindirme yapan ümit davala, herhangi hır alman futbolcu olabilirdi pekâlâ, ki zaten öyle.
"almancı" oyuncuların türk takımını zenginleştirdiği tartışılmaz bir gerçek. türkiye'nin dinci oyuncularıyla laik oyuncuları arasındaki sözümona kavgalara karşın, "almancılarla" türkler arasındaki sözümona ayrıma karşın, türkiye'nin şimdiye dek gördüğü en iyi futbolu oynayacak kadar iyi anlaşıyorlar birbirleriyle. iyi bir takım oluşturmak için ruh ikizi falan olmak gerekmiyor. kültür o kadar da önemli değil. size gereken tek şey karşılıklı saygı. bunun varlığının kanıtı da sahada görülüyor.
ne olursa olsun, ulusal takımdaki "türk" türk oyuncular bile yıllar geçtikçe bir açıdan avrupalı oldular. birçoğu galatasaray'da avrupalılarla birlikte ve avrupalılar'a karşı oynadı. bugün ulusal takım oyuncularının büyük bölümü yurtdışında oynuyor.
türk futbolu avrupalı oldu çünkü kilit noktasında duran birkaç kişi avrupalı. hem sahada hem saha dışında ispanyollara ya da almanlar'a özgü tarzlar benimsenmiş. bu demektir ki türk futbolu yüzde yüz türk değil. tayfun a futbolu bırakınca nerede yaşamak istediğini sorduğumda şöyle yanıt verdi: "büyük bir sorun bu. bilmiyorum. anayurdum neresi bilmiyorum. türkiye mi? almanya mı? şimdi de ispanya'da kendimi çok iyi hissediyorum. eşimin nereli olduğuna bağlı çoğu şey. örneğin o yüzden ev almadım daha."
tayfun kısmen türk, kısmen alman, kısmen de dünya vatandaşı. türkiye avrupa'ya özgü bir itiş gücünden yararlanmak istiyorsa onun gibi türkleri kabul etmek zorunda kalacak. bütün batı avrupa ulusları dünya vatandaşlarını kabul ediyor. onlar yaşadıkları ülkeye yarar sağlıyor, çünkü başka yerlerdeki en iyi uygulamaları biliyorlar ve bu bilgiyi yayıyorlar. türkiye, böyle türkler'e gereksinim duyuyor.
türk futbolundan alınma bir metafor çok açık: avrupa'nın etkilerine maruz kalmak her şeyi değiştiriyor. nasıl ispanya, portekiz ya da yunanistan ab'ye katılmaları sayesinde son otuz yılda birer avrupa demokrasisi haline geldiyse, türk futbolu da uefa'da oynaması sayesinde avrupalı oldu. belki türkiye'nin 'farklı bir kültürü, farklı bir yaklaşımı, farklı bir yaşam biçimi' var ama futboldan çıkarılacak ders bunların değişebileceğidir. kültürler sonsuza dek ve değişmeden gitmez. değişime itilirlerse değişebilirler.
türkiye'nin geleceği için futbol bir metaforsa, giscard d'estaing'in vardığı sonuç yanlış demektir. 'türkler' 'avrupalılarla' çalışabilir. bir ülkeye ona çok yakın bir model verin -ister avrupa tipi demokrasi olsun, ister avrupa tipi futbol-, eğer o ülke o modele öykünmek istiyorsa, eğer o model futbol maçlarını kazanmak ya da zenginleşmekle ilintilıyse, öykünebilir. öte yandan, eğer avrupa, modelini türkiye'nin elinden alırsa, türkiye de o modele öykünmeyecektir.
elbette bir avrupa demokrasisi olmak, avrupai bir futbol takımı olmaktan daha zor. ama yollar aynı: modelin ne olduğunu anlamak, ona öykünmeyi arzulamak, modelin bilgisini yaymak üzere iki yönlü gidip gelen insanların varolması. futbol yaşam değildir, ama arada paralellikler vardır.
ilk basımı 2002 olan christian eichkler'in "futbolun beceriksizleri ansiklopedisi" kitabından;
derwall, jupp, 1978-1981 yılları arasında üst üste 23 maçta yenilgi almayan milli takım teknik direktörü rekoruna sahip. 1980'de avrupa şampiyonluğu, 1982'de dünya şampiyonası ikinciliği tattı -buna rağmen alman futbolu için karanlık bir dönemi temsil eder. 1984'teki avrupa şampiyonası ilk tur maçının son dakikasında ispanyol maceda'nın kafa topuyla durumu 1-0 yapıp almanya'nın turnuvadan elenmesinden sonra derwall, kaltz ya da hrubesch gibi kartlaşmış profesyonellere dişini göstermeden uzun süre dayanamazdı artık. bild gazetesi o günlerde beckenbauer'i destekledi ve böylece derwall deften de dürülmüş oldu.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
20 haziran 1984, paris'de parc de prince stadyumu'ndayız. alman ve ispanyol millî takımları arasında yapılacak maçın sonucu, fransa'da yapılmakta olan 1984 avrupa kupası'nda yarı finale yükselecek takımı belirleyecek. bu tür maçlar öncesinde heyecan ve gerginliğin artması gayet normaldir. antrenör artık söylediği sözlerin futbolcular tarafından kesinlikle algılanmadığını bilmenin çaresizliği içindedir. ama yine de dener; belki de sadece kendini rahatlatmak ya da yapılacak her şeyi yapmış olma duygusuna kavuşmak için.
oyuncular çoktan maça ve rakip oyunculara konsantre olmuşlardı. her şey karşılıklı olarak bir kez daha kontrol edildi, herkes görevini biliyordu. büyük turnuvalarda her maçtan önce olduğu gibi, iki takımın da millî marşları çalmıyordu. bizim için sıradan bir maç değildi bu. alman takımı avrupa şampiyonu ünvanını korumak için sahaya çıkacaktı. takım, dört yıl önce roma'da, finalde rakibi belçika'yı yenerek kazandığı bu unvanın gururunu taşıyordu. ama aynı zamanda, dünya çapında iyi bir şöhrete sahip olan alman futbolunu temsil etmek de söz konusuydu. tabiî futbolcuların prestiji, yurt dışında sözleşme imkânları, para, itibar, isim ve gelecek kaygıları da işin içindeydi.
bir futbolcunun ünü, gösterdiği performansa paralel olarak artar ya da azalır. çoğunlukla da genç ve yetenekli futbolcuların hayal ettikleri kariyerin sonuna çok çabuk gelir.
yani gereken, üstün performans, gayret ve özveriydi. kimsenin kendini esirgemeyeceğini biliyordum. her oyuncu son saniyeye kadar elinden geleni yapacaktı. birbirimize yemin etmiştik.
maçın tam tamına 89'uncu dakikası ve 40'ıncı saniyesiydi. durum hâlâ 0-0 berabereydi. maçın bu sonuçla bitmesi avrupa kupası'nda yarı finale yükselmemiz için yeterli olacaktı. takımımız a grubunda, averajla ve bir puan farkla ispanya'nın önündeydi. hatta, beraberliği korumamız, biraz şansla finale çıkmamız anlamına bile gelebilirdi.
milli takımda hamburg'u temsil eden, en genç futbolcularımızdan wolfgang rolffun yaptığı bir faul, ispanyollar'a serbest atış kazandırdı. maçın bitmesine daha 20 saniye vardı. oyuncularımdan hiçbiri tehlikenin ve serbest atışın yaratabileceği kritik durumun farkında değildi. sanki takım artık sadece çekoslovak hakem christoph'un maçı bitirecek düdük sesini bekliyormuş gibiydi.
saha çizgisinin iki metre ötesinden bağırığ seslenerek oyuncularımı sarsıp kendilerine getirmeye çalıştım.
tık yok...
bizimkilerden birkaçı hala tartışırken, ispanyollar'ın uzun boylu liberosu macedo'nun alman kalesine doğru koştuğunu gördümç ispanyol milli takımı'nın ve kendi kulübü barcelona'nın "rejisörü" victor, serbest atışı, alman savunması için aşırı seri bir hareketle kullandı. top, orta sahanın sağında aynı çizgide oyadıkları takım arkadaşına geçmişti bile. fc sevilla'nın orta saha oyuncusu francisco'ya kimse müdahale etmedi ve top uzun bir ortayla alman ceza sahasına girerek kalenin arka direğine doğru süzülmeye başladı. sonraları fenerbahçe takımında da oynayacak olan kalecimiz toııi schuhmacher kaleden çok fazla uzaklaşmıştı. yedek kulübesinden herkesin topu kafayla karşılamak için nasıl gerilip hazırlandığını izliyordum. ama içlerinden sadece bir tanesi diğerlerinden daha yükseğe çıkarak topu tüm şiddetiyle alman kalesinin ağlanna taktı... real madrid'in uzun boylu savunma oyuncusu maceda, oyunun tek golünü atıp ispanyollar'a son anda zafer kazandırarak defanstaki muhteşem performansının mükâfatını görmüştü.
durumu kimse kavrayamadı. sansasyon büyüktü. almanya, fransa'da yapılan 1984 avrupa şampiyonası'ndan elenmişti.
oysa bizim için o kadar önem taşıyan bu maçta her şey çok iyi başlamıştı. takımımız başından beri tempo ve oyun biçimini belirlemişti. daha ilk devrede durum lehimize 3-0 olabilirdi. peter briegel ve norbert maier'in üst direkten dönen şutlarıyla oyunun başında öne geçebilirdik. aynı şekilde solbek oyuncusu andy brehme'nin de bir atışı direkten dönmüş ve üstelik ispanyol santrafor, real madridli butragueno bir penaltı kaçırmıştı. fakat, sonucu daha maçın başında kendi lehimize çevirme şansını kaçırmıştık işte...
büyük bir maç değildi. her iki takım da her zamanki formlarının altında oynadı. yine de yarattığımız pek çok gol pozisyonuna bakıldığında maçı kazanmayı hak etmiş sayılabilirdik. hatta son üç avrupa şampiyonası'nda yaşadığımız gibi sadece yarı finale değil, finale yükselmeyi de hak etmiş sayılabilirdik.
böylece alman takımı için 1984 avrupa şampiyonası'nın sonu gelmişti. bana kalırsa alman takımı nadiren gösterdiği türden sıkıcı bir oyun sergilemişti. takımımızın avusturya, irlanda ve arnavutluk gibi takımlar kabında yaptığı daha önceki eleme grubu maçları da seyirci için dramatik olmaktan o kadar uzaktı ki, basın ve tüm medya için bundan daha dramatik bir durum olamazdı. futbol da böyledir işte, kaybeden tarafın kaderi her zaman bir parça daha karanlıktır.
şampiyonaya gelirken futbolcularımızın mücadeleci yaklaşımları son derece yerindeydi. ama öte yandan bir sakatlık sebebiyle sürekli oynayamayan k. h. rummenige gibi oyuncularımız millî takımda eksikti. f. c. barcelona'nın oyun kurucusu bernd schuster de avrupa şampiyonasının başlamasından kısa bir süre önce dizinden ameliyat olmuştu. bunlar yerleri kolay doldurulamayacak ve onlar olmaksızın avrupa'nın en iyi takımlarının güçlü rekabeti karşısında kendinizi ispat etmenizin kolay olmayacağı oyunculardı.
fakat benim için daha da kötüsü, bu avrupa şampivonası'nın öncesinde genç alman millî takımı na şans tanınmaması ve böylece takıma olumsuz etkide bulunulmasıydı. eleme grubu maçları sırasında takımın hiçbir oyunda tam anlamıyla inandırıcı olamadığı, en azından şu ya da bu maçta tam bir performans gösteremediği ortadaydı. takım yine de 1984 avrupa şampiyonası elemelerini kazanabildi.
ayrıca yaşanan kriz sadece alman milli takımı'nın sorunu değildi. yıl içinde ligdeki en iyi takımlarımız da avrupa çapındaki bütün müsabakalarda daha ilk maçlarda elenmişlerdi. yani söz konusu olan tüm alman futbolunu kapsayan bir krizdi. futbolumuz böyle bir kriz içindeyken aslında çok daha fazla destek ve güven görmeyi hak etmişti.
fransa, ispanya karşısında oynadığı final maçında avrupa şampiyonu oldu. fransız takımı, çok ender rastlanacak bir biçimde, sadece kaliteli oyunculardan oluşan ekibiyle, hak ederek ve parlak bir başarıyla şampiyonluğu almıştı.
finalden sonra paris'de, alman futbol federasyonu'nun millî takım antrenörlüğü'nden istifa ettiğimi açıkladım.
en büyük futbol ulusları bile, kuşaklar boyu hep yeni oyuncuları keşfetmenin, desteklemenin ve üst düzeyde futbolcular olarak yetiştirmenin mümkün olmadığı zamanları yaşamıştır. fransa, avusturya, ingiltere, ispanya ve macaristan gibi ülkelerin millî takımlar avrupa ya da dünya şampiyonası klasmanına yükselmek için niçin on yıla, hatta daha fazlasına gereksinme duydular ki?
alman futbolunun yıllarca gösterdiği olağanüstü başarıların ardından gelen ve şükür ki sadece dört yıl süren bu kriz el birliğiyle atlatılsaydı herhalde daha iyi olurdu...
west germany: harald schumacher(gk), bernd förster, uli stielike, karlheinz förster, hans-peter briegel, norbert meier (dk. 60 pierre littbarski), lothar matthäus, andreas brehme (dk. 47 wolfgang rolff), karl-heinz rummenigge (c), rudi völler, klaus allofs
teknik direktör: jupp derwall (ger)
spain: luis arconada (gk) (c), juan antonio señor, andoni goicoechea (dk. 26 salva), antonio maceda, josé antonio camacho, julio alberto (dk. 76 francisco lópez), rafael gordillo, víctor muñoz, ricardo gallego, santillana, lobo carrasco
the holders looked poised to progress to the semi-finals until antonio maceda's 90th-minute intervention put spain through at their expense.
west germany were on the brink of a semi-final berth until antonio maceda's 90th-minute goal earned spain a place in the last four at the holders' expense.
in yet another tight group 2 fixture, west germany, who needed only a point to finish second in the section, were unfortunate not to score themselves. as close as they came, though, they looked set to come up short until the final minute, when maceda headed past german goalkeeper harald schumacher.
it could have been so different had west germany converted any of their earlier openings. hans-peter briegel came close to breaching luis arconada's goal but hit the bar with a header, while andreas brehme was also denied by the woodwork – this time by a post.
the best chance, though, fell to spain, lobo carrasco's penalty saved by schumacher after salva had been brought down by uli stielike. that spurned opportunity came just before half-time, and spain continued to press for the goal they needed thereafter – albeit after arconada had twice come to their rescue to thwart klaus allofs.
spain mounted one final push in the last half-hour and finally got their just reward in the 90th minute. juan antonio señor crossed from the right and, with schumacher and his central defenders caught in two minds, maceda swooped to head in via the goalkeeper's hand. for the masters of the late finish, it was a taste of their own medicine – a bitter pill for the two-time winners to swallow.