fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
en iyisi rüştü değil!
uzun süre oynamak başarının önemli bir göstergesidir. hele bir de kaleci tarihe geçerken gök kubbede hoş bir sada bıraka-bilmişse ne ala; bu basan iyice pekişir o zaman. sözümüz zoff, shilton, jennings gibi eldivenleri duvara asmaya hazırlandıkları günlerde bile kaleciliği hakkıyla yapan adamlara değil elbette. sürekli gerileyen bir performansla geçmişin mirasını tüketerek oynamayı sürdüren kalecileri hedef almak istiyorum burada.
milli takıma vedasını açıklayan rüştü rençber ile yaşayan efsane dino zoff u karşılaştırarak konuya açıklık getireyim. estonya maçının son dakikasında oyuna girerek 119. kez milli formayı kuşanan rüştü'nün vedası geç kalmış bir vedaydı. bunu birkaç yıl önce yapabilse, evet bir anlam ifade edebilirdi ama estonya maçında malumun ilanı olmanın ötesine geçemedi. milli takımlar düzeyine kadar yükselmiş bir futbolcuysanız eğer, veda etme işini namınız tartışmaya açılmadan evvel yapmalısınız ki, manası olabilsin!
italyanlar'ın emektar file bekçisi dino zoff, tam 40 yaşındayken dünya kupası'nı havaya kaldırmıştı, üstelik de turnuvanın en başarılı kalecisi seçilerek. yarı finalde brezilya'yı mucize eseri eledikleri o maçın ardından hocası bearzot şöyle diyecekti: "zoff çok mantıklı, oyunun hiçbir anında kontrolü elinden kaçırmayan, zor anlarda sakin kalabilen, tüm rakiplerine saygı gösteren, alçak gönüllü bir kaleci. maçtan sonra bana tek bir kelime dahi etmeden yüzüme bir öpücük kondurdu. benim için o an tüm dünya kupası tarihinin en kısa ve şiddetli anıydı."
2004 yılında letonya'ya elenip avrupa şampiyonasına katılamama şokunu yaşadığımız günlerdi. hiç unutmam rüştü o günlerde barcelona'nın ünlü camp nou stadyumu'ndaki odalardan birinde şöyle demişti: "ben ve tecrübeli bazı arkadaşlarım, aldığımız müşterek karar gereği, gençlerin önünü açmak adına milli takım formasına veda edeceğiz, artık bizi yok bilsinler ve gençlere güvensinler."
bunu söyledikten beş yıl sonra jübile yapmasını anlamak gerçekten zor!
hele de aynı ağızdan şu sözleri duymuşsanız: "kesinlikle dört sene daha barca'dayım, mukavelem bittikten sonra da avrupa'da kalacağım ve türkiye'ye dönmeyeceğim. yalnızca futbola veda edeceğim yıl fener formasını giyeceğim."
bir kaleci bu açıklamaları yaptıktan üç ay sonra ülkesine döner ve üstüne bir de takım değiştirirse onun hakkında neler düşünülmez ki!
oysa avrupa'ya giderken onu gıpta dolu bakışlarla uğurlamıştık. orada bizi layıkıyla temsil edeceğine, kalıcı başarılara imza atacağına inanmış, bu başarısıyla da gelecek nesillere örnek olmasını çok istemiştik. lakin onu barcelona'da seyrettiğim gün halen hatırımdadır, hiç unutmam idman sonrası yanıma türk olan bir gazeteci dost geldi ve ona şöyle dedim: "ne yazık ki burada kalıcı olma ihtimali yok denecek kadar az." rüştü 'nün formayı ilk defa sırtına geçirdiği günün ertesinde yapıyordum bu karamsar tahmini üstelik.
pekala kahin olmadığım halde beni o denli karamsarlığa iten faktörler neydi? neden bu kadar iddialı bir öngörüde bulunmuş ve yanılmamıştım? sadece iki şey vardı ortada: biri saha kenarından idmanı seyrederken konuştuğum ispanyol bir gazetecinin sözleri ve diğeri de rüştü'nün bizzat kendisi!
o zamanlar çabukluğu ve diriliği dışında fazla bir özelliği olmayan, ancak sonraki dönemlerde olgunlaşarak iyi bir kaleci olan valdes'e formayı hediye eden kişi de, keza yine iddia edildiği gibi rijkaard değil, rüştü'nün kendisiydi.
bilinenin aksine bir kaleci farkını ortaya koymuşsa eğer, olay tamamdır, kale onun olmuştur. "asla torpil geçilmez, iltimas olmaz, yani forma verilmez; alınır." fakat ne zaman ki kimse kaleciler arasında belirgin bir fark gözetemez, işte o zaman başlar kanaat puanlan devreye girmeye... ancak o zaman aidiyetlerden fiziksel özelliklere varıncaya değin birçok sayısız faktör kaleci tercihini etkileyebilir.
o gün karşılaştığım ispanyol gazetecinin söylediklerini hiç unutmuyorum: "sizin kaleci kesinlikle valdes'ten iyi ve tecrübeli, hocanın yerinde olsam ona şans verirdim. ne var ki, geleli aylar olduğu halde halen iki kelime katalanca öğrenebilmiş değil! bir-iki söz edip arkadaşlarını ikaz etmeye başlamalı."
asıl darbeyi kalecimizin hâlâ otel odasında kaldığını işitince yemiştim. nedeni ise daha da şaşırtıcıydı inanın. avrupa'nın gözbebeği olan şehirlerinden barcelona'da, kimse rüştü ve eşine hayli zamandan beri ev beğendiremiyordu. tam "nihayet ev bulundu, taşınacaklar artık" derken bu kez de başka bir kriz yaşatmışlar kulüp yetkililerine, "burada istediğimiz gibi eşyalar yok, o yüzden türkiye'den sipariş ettik" diyerek!
2002 yılının dünya kupası finallerinde en iyi ikinci kaleci seçilen rüştü'nün barcelona'dan sadece dört maç oynayarak ayrılması ve avrupa defterini kapatması düşündürücüdür gerçekten. tıpkı valdes'in olmadığı bir maçta kalenin ona değil de alt yapıdan çağnlan başka bir kaleciye verilmesinin altında yatan nedenler gibi...
rüştü'nün barcelona'da tutunamamasının nedenlerinden biri olarak gösterilen rijkaard, nihayet türkiye'ye geldi ve teknik patron olarak galatasaray'ın başına geçti. ona yıllar sonra rüştü hakkındaki izlenimleri sorulduğunda olabildiğince kibar ifadeler kullandı. "rüştü iyi bir profesyoneldi ve arkadaşları onu seviyordu. ama önünde çok sayıda savunma oyuncusuyla oynayan türden bir kaleciydi ve yaptığı kurtarışların ardından topu dışarı ya da çok uzaklara atıyordu. sistem için tercihimi valdes'ten yana kullandım, çünkü savunma oyuncularıyla daha rahat iletişim kurabiliyordu." nezaket kurallarının insanı gerçeklikten nasıl soyutladığını görmek için o basın toplantısında rijkaard'ın ifadesine bakmak yeterdi sanırım.
dünyanın en çabuk kalecilerinden birisi olduğu halde rüş-tü'nün yurtdışında başarısız olmasının nedenleri neydi gerçekten? eğer kaleciler için halen dikensiz gül bahçesi sayılıyorsa, onun türkiye'de yetişmiş olması mı? kendisini rakipsiz görmeye alışması ve bu sebepten ötürü yeterince çalışmaması mı? yoksa herkesin gözü önünde olduğu halde basiretsizce görmezden gelinen yetersiz bir top tekniği mi? bence bu hikâyeyi beklenenden önce sona erdiren etmenlerin başında bunlar geliyor, yoksa barca başkanı laporta'nın iddia edildiği üzere onu rijkaard'a sormadan alışı filan değil.
orada belki de hayatının hiçbir döneminde çalışmadığı kadar çalıştı ve işini gerçekten ciddiye aldı ama bu kez de senelerce rölantiye alışmış vücudu sakatlık riskleriyle karşılaşmıştı. dinamizminde azalmalar oldu. o aralar şansı da yanında değildi sanki, ceza sahası dışına çıkarak yaptığı vuruşu hatırlayalım;
orada belki de hayatının hiçbir döneminde çalışmadığı kadar çalıştı ve işini gerçekten ciddiye aldı ama bu kez de senelerce rölantiye alışmış vücudu sakatlık riskleriyle karşılaşmıştı. dinamizminde azalmalar oldu. o aralar şansı da yanında değildi sanki, ceza sahası dışına çıkarak yaptığı vuruşu hatırlayalım; o topun rakibe çarptığı anı rüştü için kırılma noktası sayanlar hiç de az değil. her şeye rağmen bütün bu olanlara dayanabilse, bence racing santander maçından sonra yeni şanslar bulabilirdi ama o teslim bayrağını erken çekmek istedi. avrupa'da bir başka kulübe gitmeyi ise riskli buldu, zira ikinci bir başarısızlıgın izahı zor olacaktı. ayrıca hiç de alışık olmadığı yedek kulübesi, her iyi kaleci gibi onu da bunaltmaya başlamıştı.
biz futbolcular, başarılı olmanın temel kriterlerinden bahsederken "evrensellik" tabirini dilimizden düşürmeyiz. başarı olayında üzerinde en fazla hassasiyet gösterdiğimiz olgudur "dünya çapında" sayılmak, yerel efsane olmak yetmez. "halep'in ve arşının nerede" olduğunu cümle aleme göstermek gerek. rüştü'nün mtk, steau bükreş, parma, panathinakos, lyon, manchester united, porto derken maçın kaderini tek başına menfi anlamda çizdiği o kadar çok maçı vardır kil her ne kadar beşiktaş formasıyla 10 eksikli manchester united karşısında son dakikada yaptığı iki kurtarışla övgüyü hak etse bile, yine de grubun diğer takımı cska'dan yediği hatalı gollerle ne yazık ki, alışılagelmiş trendini değiştirmeyi başaramamıştır.
rüştü'yü bazı önemli maçların öncesinde ya da maçın en kritik dakikalarında aniden nükseden sakatlıklar da zor durumda bırakmıştır. 2003 yılında çeklerle oynadığımız maçta ilk yarı 4-0 aleyhimize bitiyor, ikinci yarı kalede o yok! 2000'de ise fransızlara karşı devreyi yine 3-0 geride kapatıyoruz, ikinci yarı yine o yok. ı998'de arnavutluk önünde 4-1 mağlubuz, bakıyoruz o yine 90 dakikayı tamamlayamamış. 2003 konfederasyon kupası'nda, fransa daha ilk yarıda maçı 2-0 önde götürüyor, 36. dakikadan sonra yine onu göremiyoruz oyunda! ateşböcegi gibi bir parlayıp, bir sönüyor rüştü.
2000 yılında avrupa finallerine giden yolda son engel sayılan serbest irlanda maçının birinci yansında aniden sakatlanışı, 2004 finallerine katılmamıza engel olan letonya karşılaşmasının ilk yansında bitmiş bir pozisyonun ardından yardımcı hakeme koşarak itiraz edişi ve gördüğü kartla cezalı duruma düşmesi, 2002 dünya kupası üçüncülük mücadelesinin son dakikalarında kulübeye doğru yaptığı beni değiştirin işareti ve şenol güneş gibi mülayim bir hocanın bile bunu tepkiyle karşılayışı hatırlandığı zaman gerçekten insanın kafası karışıyor!
kanımca meslek hayatının en iyi performansını sergilediği 2002 dünya kupası yarı final maçı olan brezilya-türkiye mücadelesinde ronaldo'nun golle sonuçlandırdığı o pozisyonu göz önüne alalım; yakın direğe fazlaca yaklaşarak yanlış pozisyon aldıktan sonra gole hareket anında yakalanışını asla unutamam. 2008 avrupa şampiyonası çeyrek finalinde hatalı çıkış yaparak klasnic'e gol şansı yaratmasını ve aynı turnuvanın yarı finalinde de klose'nin kafa vuruşunda ki boşa çıkışını ve kapattığı köşeden yediği üçüncü golle de final oynama şansımızı bitirdiğini hatırlıyorsa eğer sanırım kendisi de artık telafisi olmayan bu önemli maçlann stresi alünda ezildiğini kabul edecektir.
bir de ne olduğu halen açıklığa kavuşturulamayan "falçata kazası" ve "kulüp tesislerinde saldırıya uğrama" olayları var. kulüp gelirlerinin 200 milyon dolara dayandığı futbol piyasasında, değil fenerbahçe'nin, 1. lig'de oynayan hiçbir kulüp oyuncusunun kendi evinde ayakkabı temizlediğine kimse inandıramaz bizi. öte yandan fenerbahçe ve milli takım kalecisi olan birine yapılan bu çirkin saldırının hesabının sorulamamış olması da yine bu futbol camiasının ayıbıdır.
günahlarından çok bahsettik sanırım. şimdi de "insan sevdiği deriyi yerden yere vururmuş" sözüne sadık kalalım ve efsane olması gerekeceği yerde, ün ve para kazanmakla yetinen rüştü'nün sevaplarına değinelim. onun karşı karşıya kaldığı pozisyonlarda yaptığı önemli kurtarışları ve olağanüstü çabukluğunu kimse yadsıyamaz. çabuk ve atik oluşunun avantajlarını fantastik kurtanşlardan ziyade karşı karşıya kaldığı pozisyonlarda görmüştür. 1.86 cm boyunda, üstelik de fazla çalışmaktan haz etmeyen bir kalecinin ayakları üzerinde o denli çabuk hareket etmesi nadir görülür bir durumdur. neredeyse iker casillas kadar çabuk, ne var ki casillas çabukluğunu kaleciliğin en zorlu eşiklerinden birisi olan hızlı adımların ardından plonjon yapmakla taçlandırırken rüştü'yse sadece karşı karşıya kaldığı pozisyonlarda avantaj sağlayabilmiştir.
döneminde yerli kaleciler içinde övgüyü en çok hak eden elbette o; üzüldüğümüz konuysa kapasitesi olduğu halde yukarıları zorlamayıp ulaştığı noktayı yeterli görmüş olması.
rüştü'de ne yazık ki, yerli kalecilerin çoğu gibi moral eksenli kalecilik yapıyor; yani diğer adıyla işlerin iyi gitmediği anlarda kontrolünü kaybeden bir kaleci o... ardı ardına yapılan hatalardan sonra müsabakanın kalan dakikalarında yenilerinin yapılması genellikle kaçınılmazdır, evet ama bunun böyle olmadığını ispatlayanlar da yok değil. örneğin volkan demirel! ispanya da oynayan sevilla-fenerbahçe maçında çok uzaklardan yediği hatalı iki gole rağmen kendisini toplamayı başaran volkan, mücadeleyi tamamlayabilmişti. şurası unutulmamalı elbette, eğer ki takımı skoru 2-0'dan 2-1'e, sonra da 3-1'den 3-2'ye taşımamış olsa, onun da kendini toparlaması mümkün olmayacak, olsa bile bir anlam ifade etmeyecekti.
yeri gelmişken, burada rüştü'nün fenerbahçe'den beşiktaş'a transferi sırasmda ortaya çıkan bir yanlış anlamayı düzeltmeden geçmeyelim. yedek kulübesi sürekli oynayan kalecilerin en sevmediği yerdir. onlar için orada oturmanın anlamı zulümle eşdeğerdir. bu sebeple rüştü'nün ani bir kararla fenerbahçe'den beşiktaş'a geçmesini doğal karşılamak lazım. iyileştikten sonra serdar ve volkan'dan kaleyi alamayınca, talep etmesine karşın şampiyonluk kupasının alınacağı maçta oynatılmayınca, dahası yeni sezonda da zico'nun ilk tercihi olmayacağını anlayınca, istendiği yere gitti, oynayacağı yere gitti; hadise bu kadar net ve açık.
bilindiği üzere, rüştü'nün milli takıma veda ettiğini açıkladığı maç, aynı zamanda fatih terim'in de ay-yıldızlı ekibin başında çıktığı son 90 dakikaydı. terim'in istifasından sonra milli takımın teknik patron koltuğu aylarca boş kalmış ve sonunda guus hiddink'le anlaşma sağlanmıştı. hollandalı ünlü çalıştırıcı daha ülkemize adım atmadan evvel rüştü'nün gazetelere verdiği bir demeç sanırım meramımı daha iyi anlatıyor: "yeni hocamız beni milli takıma davet ederse tabii ki hayır cevabı vermem yakışık almaz." birilerinin gerçekten "feragat ve istifa"nın tek taraflı kararlar olduğunu ve "güvenou almakla" aynı maynaya gelmediğini izah etmesi gerekiyor demek ki. demek ki, uzunca süredir yedek kulübesinde beklediğinden, sakatlık ya da ceza olmadıkça fatih terim'in onu volkan demirel'e tercih etmeyeceğine iyice kani olduğundan ötürü vedalaşmış milli formayla! nihai noktayı koyma zamanını bilememek ne yazık ki, saygınlık kaybından başka sonuç getirmiyor.
not: rüştü'nün barcelona'daki ilk maçına yazdım...