ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
günleri tek tek sayıyorduk. sonunda sabırsızlıkla beklenen ve sonucu belirleyecek pazar günü geldi. kulübe yeniden bir şampiyonluk getirmesi beklenen, 14 yıldır yaşanmayan bir pazar. inşallah...
florya'daki antrenman sahası kapılarını bize şans dilemek isteyenler için bile kapatmış, kendimizi dış dünyadan koparmıştık. kuvvet toplamak ve konsantre olmak istiyorduk. her zaman bütün dostlarımıza açık olan büyük kapı kilitlenmişti. kimseyle görüşmüyorduk.
mustafa ve ahmet, son haftalar ve günlerdeki çalkantılardan sonra bu huzura ihtiyacımız olduğunu en yakın dostlarımıza ve futbolcuların en yakınlarına anlatabilmek için kendilerini parçalıyorlardı.
büyük bir gerginlik hissediliyordu. olumlu yönde değerlendirilmesi gereken ve gerçekten başarılı olma zorunluluğu hissedildiğinde kendini gösteren bir gerginlikti bu. ama, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi, tetikte olduğunu kanıtlamak isteyen, tepki vermeye hazır ve rakibinden bir adım önde olduğunu göstermeye çalışan, gerekli bir gerginlikti aynı zamanda.
pazar sabahının erken saatlaerinde maçtan önce söylediğim sözleri hatırlıyorum: "bu yapacağınız son maç değil sevgili dostlarım. daha pek çok maça çıkacaksınız. ama bu maçla, kendimiz ve kulübümüz galatasaray için yeni bir devir başlatmak için bir şans yakaladık. bunda ise en büyük pay sizin olacaktır."
söylediklerim sonradan galatasaray yıllıklarına böyle geçecekti.
bu maça kaybetmek için değil, kazanmak için çıkılacağını herkes bildiğinden, fazla zaman almayan takım konuşmasından sonra, son haftaların olayları, avrupa kupalarındaki final maçları, ülke çapındaki lig ve kupa maçlarından pratik örnekler vererek, bu tür maçların tehlikelerini göstermeye çalıştım.
en güçlü takımların bile, çoğunlukla kendilerini üstün görmeleri ve rakibi hafife almaları yüzünden çoğu kez akıl almaz yenilgilere uğramış olduğunu bir kez daha vurgulamak ve bu konuda takımı uyarmak istiyordum.
bu şekilde düşünmemiz için aslında ortada pek bir neden yoktu. biz, olayı fazlasıyla ciddîye alan ve belki de bu nedenle rahat oynayamayanlardandık. buna rağmen o konuşmayı yaptım.
son önerilerimizi ve iyi niyetli uyarılarımızı da yaptıktan sonra oyuncuları serbest bıraktık ve yemek salonunda hazır bekleyen hafif bir yemeğin başına gönderdik.
zorlu maçlardan önce ve özelllikle sıcak günlerde olduğu gibi az yemek yeniliyordu. bir çorba, bir parça spagetti, biraz et ve güzel bir tatlı ya da meyve. böyle günlerde futbolcuların tüm yemeği buydu.
fizyoterapist ve masörlerimiz mehmet ile uğur maçtan önce ve devre arasında gerekecek kahve, çay, elektrolit, kuru pasta ve bol sudan oluşan ufak tefek ihtiyaçlarla ilgilendiler. sonunda otobüse binme işareti geldi ve geriye sayma başladı.
kaptanımız cüneyt bir kez daha oyuncuları saydı ve hiç kimsenin, arif in bile gecikmediğini gördük.
herkes daha önce hiç olmadığı kadar dakikti. herkes, bize bir hafta boyunca gece gündüz demeden dert olan ve şimdiden tansiyonların yükselmesine yol açanşampiyonluğu yakalayıp rahatlamak istiyordu.
her zamanki gibi aynı yolu takip ettik. otobandan istanbul istikametine yöneldik; sonra mecidiyeköy çıkışı ve nihayet ali sami yen stadı.
otoban neredeyse boştu; ciddi bir trafik yoktu. büyük maçlardan önce hiç böyle olmazdı. normalin dışında esrarengiz bir sessizlik hüküm sürüyordu. sanki herkes o büyük olaya konsantre olmak için ortalıktan çekilmişti. staddaki coşku ve sevinç dolu cadı kazanının içine erkenden düşmemek için şoförden yavaş gitmesini rica etmiştim.
oyuncular gergin, huzursuz ve içe dönük görünüyorlardı. olumlu kabul edilmesi gereken ve her sporcunun, sanatçının ya da hatibin kitle karşısına çıkmadan kendinden emin olmak ve önündeki işin üstesinden gelebilmek için duyması gereken iç gerilimin bir belirtisiydi bu.
herkesin kendisiyle ilgili ve bu olay dolu gün hakkında düşünecek zamanı vardı...
ben ise düşüncelerimde, alman millî takımı'nın 1980'de italya'da yapılan avrupa şampiyonası finalinde, roma'da belçika'ya karşı oynayıp avrupa şampiyonu olduğu güne gitmiştim.