dağhan ırak'ın "hükmen yenik!: türkiye'de ve ingiltere'de futbolun sosyo-politiği" kitabından;
özal'ın oğlu tekeli kırıyor
1990’larda futbol yeni bir metalaşma sürecine girerken, türkiye de bu trendi izledi. anap hükümetleri bunun da ilk adımını atmıştı. futbolun kulüpler için kârlı olabilmesi adına, futbol yaymlarının rekabetçi serbest pazar ekonomisine açılmasının gerekliliği anlaşılmıştı. ancak tv yayınlan o sırada devlet tekeli altındaydı. 1990’da bu tekel, turgut özal’ın oğlu ahmet özal'ın sahibi olduğu magic box (star 1) kanalı tarafından illegal olarak kırıldı. bu kanal yayınlarına almanya, ludwigshafen’den uydu aracılığıyla başlamıştı. yayınlar anap’lı belediyelerin diktiği yansıtıcılarla aktarılıyor ve çanak antenlerin haricinde karasal antenlerle de izlenebiliyordu. türkiye yasalarına göre korsan olan bu kanal, şubat 1990’da o sırada hâlâ devlete bağlı olan tff’ye maç yayınlan için bir teklif yaptı. buna göre magic box büyük kulüplere 5 milyar lira ve yüzde 15 reklam payı, diğer kulüplere ise 1,5 milyar lira ödeyecekti.
korsan kanal, devletin posta idaresiyle de anlaşma yaparak maçları onların uplink (yayım uyduya iletme aracı) kanallarıyla uyduya geçmeye başladı. gsgm’yle yapılan anlaşmayla kanal yayıncıları stadyuma girebiliyordu. yayınlar, tam sayfa gazete reklamlarıya duyurulurken, herhangi bir problem yaşanmıyor, devletin kanalı trt'nin çalışanları ise stadyum dışına gönderiliyordu. cumhurbaşkanının oğlu, devlet kurumlarının, devlete bağlı kuruluşların ve yerel yönetimlerin iş birliğiyle ulusal çapta korsan yayın yapıyordu. kanun bu kadar göstere göstere delinince, diğer güçlü iş adamları de senelerce yasal statüsü olmayacak olan kendi kanallarım kurdu. bunlar arasında erol aksoy tarafından 1993’te kurulan cine5’le futbol pazarı iyice genişledi, zira karasal yayını şifreleyen bu kanal, reklam dışında abonelik gelirlerine de sahipti. tıpkı ingiltere'de olduğu gibi türkiye’de de futbola aktarılan yayın gelirleri takımların popülaritesine göre dağıtıldığından, büyük takımlarla diğerleri arasındaki ekonomik fark giderek açılıyordu. 1970’lerden itibaren anadolu takımlarının yakaladığı başarıları tekrar etmek, trabzonspor için bile imkânsız hale gelmişti. zaten bordo-mavili takım son şampiyonluğunu 1984’te, cuntanın atadığı yılmaz tokatlı tff başkanıyken yaşamış, özal’ın futbolu neo-liberal piyasa kurallarına göre yenilemesinden sonra şampiyonluk tekrar istanbul’un üç büyüklerinin tekeline geçmişti. bu tekel, 2009-10 sezonunda bursaspor’un şampiyonluğuna kadar bozulmadı. türkiye ligi, hâlâ avrupa’nın en az farklı şampiyon çıkaran ligi konumunda. bursaspor un başarısının tekrar edilebileceğine ise şampiyonluğu getiren teknik direktör ertuğrul sağlam'ın kendisi dahi inanmıyor. bu durum, kuşkusuz hem türkiye’de, hem avrupa’da futbol gelirlerinin dağıtımının dayandığı ilkelere dayanıyor. türkiye'de şampiyonluk ve taraftar sayısı gelirleri doğrudan etkilerken, uefa’nın gelir dağıtım sistemi de yine benzer prensipleri taşıyor. türkiye’nin şampiyonları, diğer takımlara kıyasla daha çok güçlenirken; avrupa’nın büyük liglerinin şampiyonları (hatta ikincileri, üçüncüleri) türkiye’nin şampiyonlarına kıyasla daha çok para kazanıyor. bu da büyük balığın küçük balığı yediği bir sistem demek. kimi takımlar bunu kırmak için farklı yollara başvursa da uefa’nın “finansal fair play” kuralları kapsamındaki yaptırımlar devreye giriyor. yani her ne kadar türkiye futbolundaki ekonomik uçurumlar özal dönemindeki politikalarla büyüdüyse de, bunun devamını küresel trendlerin getirdiğini söylemek doğru olur.